Elbette kısa sayılabilecek bir yazıda “şiddet”in anatomisini kurmak ya da tomografisini çekmek, künhüne tam olarak vâkıf olmak mümkün olmayacaktır. Fakat yine de “sadra şifa” kabilinden bir metin üretmenin mümkün olabileceği ümidiyle konuyu ele almak istedim.
Şiddet, elbette içinde yaşadığımız ve hemen yanı başımızda bulunan coğrafyada ne yazık ki tarihi boyunca hiç eksik olmadı. Bu durumun irili-ufaklı pek çok sebebi var. Ama öyle zannediyorum ki başat olanlar, inanç ve ekonomi temellilerdir.
Bu noktada Jean Leca’nın şu temel teşkil edecek yaklaşımını, şiddete başvuran zalimler açısından zikretmek gerekir: “Şiddet olsa olsa kişilerin emrinde bulunan, yıkıcı ama az çok kârlı bir sermaye olarak kullanılan bir stoktur (silahtır).”
Bir başka yaklaşımda da Clastres’e kulak verilmeli. O da; “Arkaik toplumlar devletten yoksun, devlete karşı ve fertlerini damgalayan toplumlardır.” der. Her türlü umudunu kaybetmiş bu sosyal yapıların, “bir müracaat kapısı” olarak gördükleri şiddet aygıtını, ya kendi iradeleriyle ya da güdümlü olarak kullandıklarını ifade etmek istiyorum.
İşte tam da bu noktada şu soruyu sormam gerekir: Peki şiddet kim için kârlıdır ve neden bu yol seçilir?
Burada, insanlık tarihinin oluşturduğu en organize ve hukuka dayalı, güç kullanma yetkisini de toplumsal sözleşmelerinden alan ve elbette meşru müdafaa hakkını kullananların durumunu dışarda bırakarak ilerlemek zorundayız.
Bu tasnifin dışında ve her türden haksız kazanç elde etmek isteyen şiddet mutlaka bu yolla bir kârlılık elde etmek istiyor demektir. Bu yolla kâr elde etmek isteyenlerin de hiçbir kutsalı olmadığı ve sadece kârına odaklandığı açıktır.
İbn Haldun’un da bu yolla kâr elde etmek isteyenlere getirdiği tanımlama “barbar”dır. Barbarların kaybedeceği hiçbir “mülk”leri olmadığı gibi, izzet ve onurları da yoktur. Zira sadece bir yağma sonucunda elde edecekleriyle ilgilidirler.
Bir yağmacının zihniyeti, kaybedecekleriyle kazanacakları arasındaki ilişki ile şekillenir. Günümüzde şiddet yöntemine başvuranların tarzı da kimliği de oldukça değişmiş gibi görünüyor. “Uzatılmış savaş” senaryolarıyla terör örgütleri üzerinden yürütülen şiddet yöntemlerinde, yine elinde hiçbir kaybedeceği değeri, onuru olmayanlar kullanılmakta ama yağmalananlar, arkalarındaki baronların cebine akmaktadır.
Öyle görünüyor ki kendi coğrafyalarına “daha fazla refah” aktarmak isteyenler, kâr-zarar ilişkisi kurduklarında yağmayı bizzat kendilerinin yapmasını çok kârlı görmemişlerdir. Bu sebeple, bir Müslüman olarak içimizi yaksa da şunu ifade etmek zorundayım; “Müslümana rağmen ve Müslüman-mışlar sayesinde” diyebileceğimiz bir politika güdülerek yağma faaliyeti, “Müslüman gibi” görünenlere ihale edildi. Bu değirmene istikrarsız, güçsüz ve güdümlü iktidarların su taşıdığını da mutlak başat bir sebep olarak eklemek zorundayız.
Neticede şiddeti “kârlı bir stok” olarak görenler açısından hesaplar dengelenmiş oldu. Bu “kâr”lılığın artık barbarların elinden alınması gerekir. Telafisinin artık mümkün olamadığı gibi izahının da asla acıyı tarif edemeyeceği bir noktada, bütün kayıplarımıza karşı bir vebalimizdir bu.
Bu saatten sonra yapılması gerekenler çok belli aslında. Sancıyan yerden sürekli kan kaybetmeye bir son olmalı çünkü. Bunun yolu da uyanık olmaktan geçer. İçimize sokulmaya çalışılan “bizim gibi ama bizden olmayan”ları çabuk fark etmek geçer.
Ayrıyı ya da ayrılmak isteyeni çabuk fark etmenin yolu da, bizi ve bize ait olanı çok iyi özümsemekle alakalıdır. Hafif düzeyli de olsa davranış sapmalarının ve dildeki, üsluptaki kaymaların, ahlaktaki yozlaşmaların çabucak fark edilmesi (hiss-i kable’l-vuku) işte tam olarak yeterince tanış olmaya ve tabiri caizse safları sık tutmaya bağlıdır.
Çok kolay gibi görünün bu ilkenin aynı zamanda nefisler ve ona bağlı olarak çıkarlar-tutkular çatışması sebebiyle ne kadar zor olduğu aşikârdır; ama umutsuz değildir…