Hamlet: Bir adam toprakta ne kadar kalır çürümeden?
Mezarcı: Ölmeden çürümemişse – ki öyleleri geliyor son zamanlarda- sekiz dokuz yıl kalabilir. Bir debbağ dokuz yıl dayanır.
Hamlet: O neden çok dayanıyor?
Mezarcı: Neden olacak, derisi bu işte! Öyle tabaklanıyor ki su sızdırmıyor kolay kolay! Canına yandığımın adam ölüsünü çürütmek için de sudan beteri yoktur!
Yukarıdaki metin İngilizlerin milli şairi W. Shakespeare’in Hamlet adlı oyununun mezarlık sahnesinden.
Bu güçlü metinde iki yer var ki sadece okuyup geçmek, üzerine söz söylememek haksızlık olurdu. Birincisi, mezarcının bugünlerde hep ölmeden çürüyenler geliyor ifadesi. İnsanlık adına yapılan bu trajik tespit, dört asır evveline dayanıyor. Bu sözüyle manevi çürümeye delalet eden ozan, bugünkü sefaletimizi görse “durum”u nasıl betimlerdi acep! O günden bugüne ademoğlu ile havvakızının manevi değerlere düşkünlüğünün azaldığı, kutsalla küskünlüğünün ise arttığı zabıt katiplerince not edildiğine göre hal-i pür melalimizi varın siz tahayyül edin!
Tam da Shakespeare’in yaşadığı vetirede, adına aydınlanma denilen ve Hristiyan-Batı tarihinin skolastik, sefil ve her anlamda karanlığın hakim olduğu dönemleri düşününce; ismiyle müsemma diyebileceğimiz bir hümanist hareket, bilim ve felsefe başta olmak üzere tüm alanlarda ağırlığını hissettirmeye başlamıştı.
Hümanist kavramını galat olduğu üzere insanî ya da insancıl anlamında kullanmıyorum. Terim, realitede Batı’da neye tekabül ediyorsa o anlamda kullanıyorum. Hümanizma Batı düşüncesinde tanrının, bulunduğu her yerden/makamdan indirilmesi, yerine insanın oturtulmasıdır. Hümanizm; yasağı çiğneyerek ilk günahı işleyen ve bu yüzden de cennetten arza indirilen insanın rövanşıdır. İnorganiktir, gayr-i fıtrîdir ve en yalın ifadesi ile şirktir. Batı medeniyetinin kurucu nosyonlarından ve temel kodlarından birini teşkil eden hümanizm, insanın ilahlaştırılması projesidir. Bu projenin çıktılarına baktığımızda aksiyolojik dünyanın italik cümleleri içerisinde ne kadar tanrı sözcüğü varsa hepsinin söküldüğünü, yerinden edildiğini ve ne kadar iğreti dursa da insanın sahip olmadığı bir payeyle ait olmadığı bir yere iliştirildiğini gözlemliyoruz. İnsan için bu yük gerçekten çok ağırdır…
Shakespeare’in metnindeki ikinci dikkat çekici husus ise halk edilişimizdeki/yaratılışımızdaki gibi helakimizin de sudan olduğunun altının çizilmesidir. İnsanın ve diğer tüm canlıların cesetlerini, İlahi bir sisteme münhasıran toprağın altında organik bir gübreye dönüştüren şey, aslında yapıtaşının en temel maddesi olan sudur.
İnsanın neyden yaratıldığı hakkında Kuran’da, farklı yaratılış aşamalarına delalet eden farklı ayetler vardır. Çamur (Maide/110), balçık (Hicr/26) ve toprak (Âl-i İmran/59) bunlardandır. Nitekim şeytan da itiraz/isyan ederken kendisinin ateşten/ışıktan, ademin ise çamurdan yaratıldığını belirtiyor; adeta ontolojik kıyaslama yaparak insanı aşağılıyordu.
Hac suresinde yaratılış süreci, safha safha sıralanmıştır: Türâp (toprak), nutfe (az bir su/meni), alaka (zigot), müdğa (embriyo). Ama ademoğlunun yaratılış mayası temelde sudandır. (Furkan/54) “Allah, bütün canlıları sudan yarattı.” (Nur/45)
Topraktan yaratıldık yine toprağa döneriz. Sudan üretildik, su ile çürütülürüz. Âdemi adam eden ile ademe/yokluğa mahkum edecek şeyin aynılığının hikmeti, tevhittir. Kesretteki vahdet, görmek isteyenler için aşikardır, bellidir.
İnsanlık öteleri ötelemekten vaz geçerse hakikat, şerha şerha önüne serilmek için alestadır.
Baki selam…