Şöyle bir galat vardır: Geçmişini bilmeyenler, geleceğini kuramazlar.
Üstad Sezai Karakoç, bu ifadeye daha derinlikli bakar: “Geçmişten kuvvet almayanlar geleceklerini kuramazlar.”
Karakoç, şimdiki zamanı kurtarmanın yolunun da “geçmişi ve geleceği sağlıklı bilmek, geçmişle gelecekle ilişkide olmaktan” geçtiğini söyler.
Bu notlar 1995 yılına ait. Pendik’te yaptığı bir meydan konuşmasından… Tamamı “Çıkış Yolu III” eserinde okunabilir.
“Geçmişten kuvvet almak” öyle yabana atılacak bir mesele değil.
Böyle bir irade, güçlü bir idrak gerektirir. Uzun yıllardır bir ‘idrak gecikmesi’ yaşadığımız için bugüne kadar birikti her şey…
Köklerine ve geçmişine bağlı kalarak sürekli ileriye gitmek, bir zamanlar ‘köylülük’ diye tarif ediliyordu…
‘Köylülük’ sıfatı alçaltıcı, işe yaramaz, gerici, köle, kul mesabesinde kullanılıyordu.
Dolayısıyla ilericilik dediğimiz şeyin sağlaması, köylülük yani gericilik kavramı üzerinden yapılıyordu.
Mesela şu sorunun izahı üzerinde neden hiç kafa yorulmadı: Sürekli ileriye giderken geleneğine bağlı, çağdaş -ne demekse- bir ülke olunamaz mı?
Engizisyon mahkemelerinin çatılarından akan kan hâlâ kıta Avrupa’sının günahı olarak dururken…
Bir avuç İngiliz burjuva tarafından kan, gözyaşı, işkence üzerine kurulan Abede orada iken…
Hâlâ bu soruya cevap veremiyor isek gerçekten ciddi bir sorun var demektir.
Bir arkadaşım şöyle dedi:
“Fatih’in Çarşamba semtine bakan, oranın sosyolojisini bilmeyen bir yobaz Türkiye, İran oldu sanıyor. Nişantaşı’na bakan başka bir empati yoksunu yobaz ise Türkiye gavur ülkesi oldu diyor.”
Acaba şöyle bir soru sorsak, bu karmaşa ortadan kalkar mı diye düşünüyorum:
“Boğaz’ın dört manevi bekçisi vardır, öyle biliriz: Hazreti Yuşa, Yahya Efendi, Aziz Mahmud Hüdai ve Telli Baba… Öte yandan Kanlıca İskelesi’nde bu vatan ve bu bayrak için yüreği çarpan kaptan Türk Mehmet, Feriköy’de şarküteri işleten Ermeni Krikor Usta, Ortaköy’de midye satan Kürt Taco ve Rumelihisarı’nda çay dağıtan Laz İdris, Osmanbey’de otel işleten Rum Yorgo veya Tarlabaşı’nda haluj yapıp satan Çerkez Hayri… Hangisi köylü, hangisi ilericidir bu isimlerin? Ya da böyle bir dertleri var mıdır?”
Osmanlı hata yapmıştır, evet…
Beylikten imparatorluğa geçişte keşke Türkiye İmparatorluğu deseydi…
Ya da Meşrutiyet’e sağlıklı temeller üzerinde yükselerek geçmiş olsaydı.
Şimdi aidiyetler üzerinden bir vizyon çizmeye çalışılıyor. O yüzden yukarıda sıraladığım kavramların birçoğu sıkıntılı, sakat. Bu sığ düşünce çağında bir karşılığı yok. Ötekileştirme, ırk, kültür üzerinde saf tutmaya çalışanların başarısızlığı bu yüzden. Bir ortak paydamız zaten var.
Şimdi başa dönersek…
Medeni olmak veya bir medeniyet kurmak, var olduğumuz topraklarda kök salmakla doğrudan ilgilidir. Dahası kök saldığımız toprakların hazinelerini tanımakla, tarihini bilmekle. Bildikten sonra yani künhüne vakıf olduktan sonra da tadarak ve yaşayarak o tarihin parçası olmaktan geçer.
Üstad Sezai Karakoç’un “geçmişten kuvvet almak” deyimi tam da böyle bir ‘ihtiyaca’ cevap verir.
Kendisi beyaz -hatta bembeyaz- bir Türk olmasına rağmen eserlerinde Türklüğü ti’ye alan Murat Belge’nin izini sürerek tarihi bilmek, tanımak ve tadına varmak mümkün olmaz.
İşte bugün, o gündür.
Kendi değerlerimiz ile dünyadaki yerimizi alma günüdür.
Ne ilericisi, ne köylüsü, ne o’cusu, ne bu’cusu…
Hiç kimse korkmasın: Türkiye ne Danimarka olur, ne İran olur, ne Suudi Arabistan olur…
Ne de bir başka ülke.
Yakaladığımız bu rüzgârı suni paravanlarla kesmez isek…
Çok yakın bir zamanda…
Türkiye, sadece Türkiye olur…