Eğer bir tanımlama yapılması gerekiyorsa, ben ve akranlarım 80’lerde revaç bulan Sev-Genç hareketinin etkisinde yetiştik… Açalım biraz efendim; 12 Eylül’den sanırım birkaç hafta sonra liseye başlamış ve darbeden 7-8 ay öncesinde girdiğim Devlet Parasız Yatılı Okulları Sınav sonuçları ise ekim ayı ortalarında okuduğum okula bildirilmişti. Kabataş Erkek Lisesi’ni kazanmıştım, ancak konjonktürel belirsizlik hazretlerinden çok ürken aileme etki eden Hilmi hocanın başarılı öğrencileri okulda tutmak siyaseti, bu ünlü lisede okumama izin vermedi.(Benden 8 yaş büyük ağabeyim de zaten 70’li yılların tam göbeğinde benzer endişelerle üniversiteye gönderilmemişti) Çok da iyi oldu belki, dönemin ruhu bizi sarmalayıp uslanmaz bir Kemalist- Kapitaliste de dönüştürebilirdi. O hoo, düşünsenize; Boğaz’ın en baba yerinde ve o günlerin Türkiye’sinde 4 yıl lise okumuş bir gence hangi çılgın zincir vurabilirdi ki?
Neyse, biz Düzce Lisesi’nde okuduk en nihayetinde. Geleneği olan ve prestijli bir liseydi kendi çapında o günlerde, her ne kadar Boğaz manzarası olmasa da. İkili öğretim yapılırdı, sabah ortaokullular, öğleden sonra ise liseliler ders görürdü. Darbeden önceki öğretim döneminde, yani ben ortaokulda okuduğum günlerde, her gün dersten çıkarken yanımıza gelip çeşitli dergiler dağıtan ve arada sırada birbirine girişen abilerin esamisi okunmuyordu artık yeni dönemde. Hatta bir keresinde oturduğum sıranın üstünde “Komünistler Moskova’ya” şeklinde bir yazı görmüş ve sırf espri olsun diye altına “Faşistler Şili’ye!” yazmıştım da öğleden sonra aynı sırayı paylaşan liseli abi eni konu beklemişti bir gün. Her halde dövmek istiyordu ki, birbirimizi görünce hemen tanıdık; Muazzez yengenin oğlu Necdet abi bana baktı ve, “Aaa Saim bu sırada sen mi oturuyorsun, başka kim var kardeşim?” dedi. Acayip mahcup olmuştum, Komünist neydi, Şili neresiydi? Faşist kime denirdi? Hiçbir şey bilmiyordum, ancak tv ve radyolarda Şili’de Pinochet adlı bir Faşist diktatörün yönetime el koyduğunu, Komünistlerin ise Moskova’dan yönlendirildiğini duyardım. Komünistler Moskova’ya ise, Faşistlerin de Şili’ye gitmesi gerektiği gibi bir çıkarsama yapmış olsam gerek, öyle utandım ki Necdet abinin karşısında, “Selim, Selim’dir o.. Ama çok iyi arkadaşım laf olsun diye yazmıştır, uzatmayalım..” dedim, inandı mı inanmadı mı hâlâ bilmiyorum, ama “Tamam kuzen sıkıntı yok o halde” diyerek ve omzuma eliyle vurarak gitti… Dehşetli rahatlamıştım.
Darbe sonrasında okulumuzun yanında birçok kafe, pastane vs. açılmıştı ve İbrahim Tatlıses yeni yeni meşhur oluyordu. Ferdi Tayfur şarkıları zirvede, Orhan Gencebay, Müslim Gürses, Kibariye, Ercan Turgut vs.. ise oldukça popülerdi. Bizim o zamanlar takıldığımız Cafe’nin adı gibi dönemin filmleri de tam anlamıyla Sev-Genç formatında idi… Karşı cins, kadın, aşk, sevgi, romantizm dönemin kutsananlarıydı. Artık ideolojik savaşlar bitmişti ve yerine cinsel aşka yönelik bireysel bazı şeyleri ikame etmek gerekiyordu ki, yüce Türk milleti bir daha birbirine karşı nefret duygularıyla silah kullanmasın ve müesses nizamı tehdit etmesin, keyfine baksın!.. Baktık ve bakıldı, ancak kesmemişti…
Nasipse devam edecek…