Selim Gündüzalp

Abone Ol

Öfkeli cazgırlıkların ortasına ölüm gerçeğini vakur bir sancak diye dikti. Orada burada birbirlerinin açığını kollayarak gündem olan, adını zikrettirme telaşına düşen çokbilmişlerin edasını bir çırpıda siliverdi. Kalbini unuturcasına bilmenin, daha az bilenleri ezmek için daha çok bilmenin nefret kılıçları gibi çekildiği günlerde adını son bir nasihat diye fısıldadı bize: Selim Gündüzalp

Asıl adıyla Hüseyin Şengörür. Kendine seçtiği müstearıyla “Selim Gündüzalp”ti. Said Nursi’den miras aldığı şefkat yüklü hikmetin sessiz, iddiasız alperenlerinden biri oldu. İmana dair her türlü zedelenmeye dehşetli bir yangına koşar gibi telaşlı bir acımayla koşan üveysi bakışın son temsilcisi. Ne “ben herkesten çok biliyorum” diye sesini yükselterek onu bunu kırdı ne de tevazuun yanlış yorumunu benimseyip kendi köşesine çekilip hayata ilgisiz kaldı.

Risale-i Nur dergâhında talim ettiği Kur’ân hakikatlerinin bir an önce muhtaç gönüllere dokunması için nefes nefeseydi hep. Doksanlı yıllarda pekişen dostluğumuz bir okyanus gibi hep kıyılarımda oldu. Kâh teşvik etti beni, kâh tatlıca azarladığı oldu. Hepsine “Eyvallah!”dı. Uyarılarını anlamakta geciktiğimde bile sesini yükseltmedi. Demek ki vicdanımdan yana hep ümitliydi. Gece yarılarında beni uyandırıp “Yaz kardeşim, yazıya ihtiyacımız var!” demişliği çoktur. Dava heyecanını bildiğimiz için ona “Bu saatte telefon mu edilir?” diye hesap sorulamayacağını herkes biliyordu. Garip ki mahmur kalktığım o gecelerin hemen hepsinde gün ışırken, benim de hayret ettiğim, üstesinden gelebileceğine inanmadığım sürpriz yazılar çıktı.

Türkiye’de yaşı kırkı geçen dergi nadirdir. Selim Gündüzalp’in Zafer’i tam kırk iki yaşına bastı. Bazıları küçümse de, Zafer’in hep bir söyleyeceği vardı. Gençlerin çoğunun elinden tuttu, en olmadık vakitlerde küçük bir alıntı, tatlı bir hatıra genç yüreklerde bir fırtına kopardı. Çokça güzelliğe vesile oldu. Hiç ummadığım bir yerde, hiç ummadığım bir kişinin özgeçmişinde bir Selim Gündüzalp dokunuşu çıkmıştır. Siyasal telaşlar arasında unuttuğumuz gençlik gündemini, ince yürek sızılarını hep gözetti.

Kırk iki yıllık ömründe, bir kez yolda kalır gibi oldu Zafer. O da Zafer’in yuvası Adapazarı’nı vuran, 17 Ağustos depremi nedeniyle. Eylül 1999 sayısını İstanbul’dan ben ve yakın dostlar beraber hazırladık. Bizi yetiştiren, o ince akışa katkıda bulunmak öyle güzel bir teselli olmuştu ki…

Depremden hemen sonra Adapazarı’na gidip bir çadırın kuytusunda, tefekkürlü bir dersin ortasında bulmuştuk “Hüseyin Abi”yi, yani “Selim Gündüzalp”i. En yakınlarını bırakmıştı enkaz altında, canı gibi sevdiklerini. Onca ölümün ortasında tebessümle bizi teselli etmeyi sürdürdü. Hatta bir delikanlının “Bak ya bina yerinde duruyor” diye çığlık atışından harika bir tefekkür çıkarmıştı. “Binaların yerli yerinde durmasına hayret etmek için deprem mi olması lazımdı?”

İki yıl kadar önce TRT’de sahur vakitlerinde tam dört kez sohbet ettik. O stüdyoya girince, hiçbir plan yapmazdık. “Bugün ne konuşalım?”, “Konumuz ne?” gibi yapmacıklık kokan sorular sormazdı. Kameralar açık olsun ya da kapalı olsun, zaten ince şeylerin sohbetini yapardık. Birkaç kez seyirciden eleştiri almışlığım da oldu: “Sohbete daldınız, bizi unuttunuz!” diye şaka yollu sitem edenler oldu. “Bir sohbete dalınmıyorsa, o sohbet değildir ki…” diye savundum kendimi.

Selim Gündüzalp stüdyodan içeri girdiğinde, kameramanından yönetmenine, sesçisinden KJ’cisine herkesin yüzünde sıcacık bir tebessüm belirirdi. O gelip giden bir program konuğu değil, evin başköşesinde oturan babasıydı sanki. Hiçbir ağırlık yapmadan söyleyeceklerini söyler, veda ederdi. Ama en son yapacağını yapardı. Aman Allah’ım o ne güzel bir andı!

“Basketbolcu duası” diye isimlendirmiştik onu. Hepimiz, basket maçlarının kısa aralarında olduğu gibi kol kola girer ve “antrenörümüz” Selim Gündüzalp, az sonra bitecek bir maç gibi anlattığı ömrümüzün en son duasını yapardık. İçten, içerden, şablonsuz, yaprağı akarına bırakırcasına…

Evet, “içten, içeriden, şablonsuz, yaprağı akarına bırakırcasına…” Selim Gündüzalp’ın bize ibret olsun diye bıraktığı hatırasının ta kendisi bu… Dua gibi… Kol kola…