Şehit Mursi ve bize verdiği dersler

Abone Ol

Bir gönül daha göçtü dünyamızdan. Mücadele, çile ve ıstırapları ardından. Ama dersler verdi bize. Hem de onlarca…

Davasına sahipti. Taviz vermedi. Devlet başkanı olunca değişmedi. Dünya heveslerine dalmadı. Kiralık evinde oturmaya devam etti. Varlığa aldanmadı ki şımarsın. Aile yapısı da davanın insanlarıydı. Hak yolda ölmeyi göze almış ve arzu etmişti ki, bu yolda şehadete erdi. Allah şehadetini kabul eylesin! Ardından yüz binler gıyabi cenaze namazı kılıp duâ etti. Ne güzel bir son!

Aslında o ölmedi. Şehitler ölmez zaten:

“Allah yolunda öldürülenlere “ölülerdemeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.” (Bakara 154) 

“Kur’an anayasamızdır” diye haykıran bir insan ölür mü hiç? Ondan öncekiler gibi…

***

Ölmedin ki sen ey Mursi,

Asıl bize verdin dersi,

Ölü olanlar bizlerdik,

Şimdi seninle dirildik…

Kutlu olsun şehadetin,

Kaldı bize emanetin,

Diriliş oldun Ümmete,

Kavuştun bin bir devlete!

***

Gerçekten öyle.

Dâvâ adamları giderken şu fani âlemden, nice kimseleri diriltir ardından.

Ama dâvâ adamı olmak öyle kolay değil! İşte örneği.

Halimize bakıyoruz şimdi bizler. Acep ne haldeyiz?

Ne yaptık, ne bulduk? Şimdi ne olduk? Dünya heveslerine mi daldık? Değiştik mi? Unuttuk mu yoksa dâvâmızı? Yaşayışımız ne halde? Giyim, kuşam, ahlâk, edep, hayâ ve dâvâ? Hani bu yolun yolcularıydık? Şimdi ne haldeyiz? 70’ler, 80’ler, 90’lar, 2000’ler ve şimdi? Bir mücadelemiz mi vardı sahi? Şimdi ne halde yavrularımız? Uğrunda mücadele ettiğimiz şeyler nerede şimdi? Âh o günler! Afişler, duvarlar, salonlar ve meydanlar… Şimdi ne halde sokaklar? Allah’ın verdiği imkânla ne yaptık ki?

Mursi daha neler hatırlatmıyor ki bizlere?

Daha nice muhasebe yaptırmıyor ki bizlere?

***

Sakarya Türküsü’nü hatırlıyorum üstadın… O koskoca ve hınca hınç dolu salonlarda kendi sesinden…

“Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!”

Kalktık da ne yaptık acaba?

Âh o heyecanlar…

Gençlik… Gayret ve çaba.

Sahip olamadık Allah’ım! Affet bizi affet! Ve bize diriliş lütfet!

***

Bir dâvâmız vardı bizim ey dostlar!

Evet!

Uzak diyarlara gidiyor gözlerimiz;

Allah Rasûlü’nün asrına…

Kızgın güneşler altına…

O’nun eşsiz ve çileli davetine…

“Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz, ben bu dâvâdan asla vazgeçmem” diye haykırışlarına… (Sîret-u İbn-i Hişam, 1/266)

***

“Günler ne günlerdi…

Aylar ne aylardı!..”

Allah Rasûlü’nün bir dâvâsı vardı.

Rabbine gönülden yakardı.

İnsanlığa O’nun hakikatlerini haykırdı.

“Durun!” dedi.

Gitmeyin putlara!

Dönün Allah’a!

Sizi yaratana…

Ne olur!

Yapmayın!

Yakmayın kendinizi!

Ve ailenizi!

O’nun çilelerle dolu hayatı,

Mekke’de geçti, tam 13 yıl.

Sonra Medine

Hep çile, hep mücadele.

Ama başardı.

Bir “dâvâ” bıraktı.

Dâvâların en seçkini,

Yüce Rabbin eşsiz davetini…

Sahabe koşturdu civarlara,

Uzak diyarlara,

Hep bu dâvâ uğruna,

Çilelerle yolculuklar…

Cihattan cihada koşuşlar…

Ya deve, ya yaya…

Açlık ve perişanlıkla nice zamanlar.

***

Sonra sancak diğerlerine geçti,

Onlara tâbî olanlara.

Daha sonra bu yolun,

Aşk ve lezzetini tadanlara…

Diyarlarda farklı adlarla anıldı…

Kiminde Hikmet,

Kiminde İlahi,

Kiminde Mesnevî…

Birisi Ahmed-i Yesevî,

Diğeri Yunus Emre,

Bir diğeri ise Mevlevi…

Bir bakarsın ki Salahaddin-i Eyyûbî…

Ya da görürsün surlara sancak diken Fatih’i…

***

Âh ecdâd!..

Âh bu dâvâ!

Âh benim dâvâm.

Nerdesiniz?

Nereye gittiniz?

Neredesin Sütçü İmam?

Tesettürüme uzanıldı diye silah çeken adam!

Ey Nene Hatun!

Ya da Kara Fatma!

Ey çocuğunun üzerinden örtüyü alıp,

Merminin üzerine örten analar!

Saçının telini göstermektense,

Şehadete koşanlar!

***

Büyük Doğu olmuştu bir zamanlar.

Ya da Dirilişti dâvâmın adı.

Şimdi kalmadı hiçbir tadı.

Kalmadı Zariflerin çileli hayatı.

***

Hüzün var gönlümde,

Hem de pek çok…

Ağlıyorum büyük kaybıma…

Ağlıyorum büyük dâvâma…

“Ayağa kalk Sakarya!”

Diye haykırasım geliyor,

Sağıma ve soluma!

***

İnletirdi bir zamanlar salonları,

Büyük dâvâmın büyük adamları.

Heyecan üstüne heyecan binerdi,

Yürekler bu sevda ile inlerdi.

Bir coşku gelirdi âdeta göklerden,

Yakarken özleri,

Yaşlar dökerdi gözleri…

“Mücahidler geliyordu” cephelerden…

Acep nereye gitti onlar bugün?

Haykırışlar nereye döndü bugün?

Ey sevdamın insanları!

Ey dâvâmın adamları!

Ne oldu bize?

Düşünüyor muyuz şimdi?

Yavrularımız ne âlemde?

***

Örtünün kavgaları bitti,

Ama örtü nereye gitti?

Gören var mı aramızda?

Yoksa kayboldu mu zamanımızda?

Dönüyoruz Saadet Asrına,

Allah’ın Rasûlü’nün zamanına,

Ne bırakmıştı O bizlere?

“İki şey bırakıyorum sizlere;”

“Biri Allah’ın Kitabı Kur’an,

Diğeri benim Sünnetim.

Sarıldığınız müddetçe,

Asla sapmazsınız!”(Tirmizî, Menâkıb 31)

***

Evet, şimdi yeniden heyecanlanıyorum,

Yeniden diriliyorum adeta.

Silkeliyorum topraklarımı,

Kalkıyorum ayağa,

Dönüyorum dâvâma,

Ve yapışıyorum ona.

Sonra haykırıyorum civarıma:

‘Haydi! Davranın, tutunun!

Sarılın dâvâmıza!

Ne olur bırakmayın artık!

Yoksa O bizi bırakır!

Varamayız huzuruna.

Hesap veremeyiz O’na…’

***

Üzülme sen ey dâvâm!

Adamların geliyor senin!

Yüce Sahibini iyi tanıyan,

Ve O’na kulluk gayretinde olan…

Yapışacak yeniden,

Koşturacak al sancaklarla,

Tepelerden tepelere rüzgârlarla,

Hakk’ın terennümünü ulaştıracak diyarlara…

Nesillerinde bu hakikatin,

Hep incecik çizgileri bulunacak…

Müsterih ol ey dâvâm!

Müsterih ol!

Ne mutlu sana tutunanlara!