İnsan, içinde yaşadığı devletin sonsuza dek hüküm süreceğine inanır. Zira insanlar genelde kendilerine yakıştıramadıkları ölümü, bağlı bulundukları devlete de pek yakıştıramaz. Ancak tarih bu görüşte değildir. Bunu doğrulamak için çok geriye gitmeye gerek yok. Bundan yaklaşık 106 yıl önce, bu topraklarda yaşayanların büyük çoğunluğu Osmanlı İmparatorluğu’nun ilelebet yaşayacağına inanıyordu. Fakat küresel ve yerel şartlar neticesinde maddi ve manevi güçte meydana gelen dağılma, imparatorluğun sonunu getirdi.
Organizmacı Devlet Kuramı’nı savunanlar, insanlar için zaruri bir sosyal kurum olan devletin, canlı varlıklar gibi doğup gelişeceğini, büyüyüp yaşlanacağını ve nihayet varlığını kaybedip öleceğini iddia etmektedirler. Teritoryal temele dayalı merkezileşmiş ulusal devletler çağında, belki bu teori zayıflamış görülebilir. Ancak tarih, hiçbir şeyin imkânsız olmadığını kanıtlayan önemli bir aynadır.
Birçok araştırmacı, küreselleşmenin ulus devletleri zayıflattığını öne sürmektedir. Buna göre; üretim, hizmetler ve sermayenin uluslararası hale gelmesiyle görünür bir şekilde hissedilen ekonomik küreselleşme, ulusal hükümetlerin ekonomik otoritesini hızla aşındırmaktadır. Bunun yanı sıra geleneksel siyasi yapılar, ulusal bilinç, milli kimlik ve sosyal ihtiyaçlar gibi birçok alışılagelmiş kalıplar, teknolojik değişim ve ekonomik bütünleşme ile birlikte yeni bir şekil almaktadır.
Bu yeni formda itici güç, devletlerden piyasalara kayarken, emek piyasası da yerini para piyasasına bırakmaktadır. Dolayısıyla teknolojik ilerleme, iletişim ve ulaşım teknolojilerinde ortaya çıkan devrimler ve para piyasasının uluslararasılaşması, devletin psikolojik ve fiziksel sınırlarının, istikametinin ve rolünün yeniden tanımlanmasını bir ihtiyaç haline getirmiştir.
Böyle bir ekonomik ve siyasal ortamda devletin uluslararasılaşması ve dâhilî olarak yeniden yapılandırılması önem arz etmektedir. Nitekim her geçen gün güçlenen ekonomik ve politik küresel birikim karşısında herhangi bir devlet atıl, eksik ve eski kapasiteyle varlık gösteremez. Kısaca küreselleşme ile benlik kazanan yenidünya düzeninde, devletlerin yeniden organize olması zorunlu bir hal almaya başlamıştır. Keza ortada toprakla sınırlı olmayan ekonomik ve politik bir güç söz konusudur.
Bugün devletlerin küreselleşme ile ilişkileri ağırlıklı olarak şehirler üzerinden yürümektedir. Çünkü şehirler daha dinamik yapılardır. Özellikle ekonomik, politik ve sivil toplum örgütleri, bütün ideolojik farklılıklarına rağmen, bulundukları şehirleri kalkındırmada ve uluslararasılaştırmada etkin bir rol oynamaktadır. Bu örgütler ulusal ve uluslararası ekonomiden, bulundukları şehirlere daha çok pay alabilmek için birbirleriyle kıyasıya bir rekabet halindedirler. Doğal olarak bu durum, dünya ölçeğinde şehirlerarası rekabetin ivmesini artırmaktadır.
Bu rekabet ortamı içerisinde her bir şehir, kendi rekabet unsurlarını öne çıkarmak üzere ciddi bir mücadele vermektedir. Son zamanlarda ortalıkta sıklıkla dolaşan, yaşanabilir şehirler, huzurlu şehirler, yavaş şehirler, rekabetçi şehirler, güvenli şehirler gibi birçok slogan bu durumu doğrulamaktadır. Demek ki ülkeler değil şehirler rekabet ediyor.
Öyle ya da böyle bu yeni vaziyet, şehirlere daha önce hiç sahip olmadıkları kadar siyasi ve ekonomik bir güç kazandırmaktadır. Güç dengelerindeki bu tarihsel değişiklik, büyük şehirlerin yöneticilerini önemli bir siyasi güce dönüştürmektedir. Velhasıl, şehirlerin üstün bir güce sahip olduğu yeni bir döneme girilmektedir. Başka bir ifadeyle, ulus devlete boyun eğmiş şehirler dönemi yavaş yavaş kapanmaktadır. Bu nedenle merkezi hükümetten bağımsız ya da özerk, kendi kendini yöneten şehir örnekleri giderek popülerlik kazanmaktadır. Diğer taraftan dikkat edilecek olursa, ekonomik bir güce erişmiş şehirlerin kendi ülkeleri içinde finansın, teknolojik yeniliklerin ve kültürel gelişmenin ana taşıyıcı kolonları olmaları, onları ihtiyaç duydukları yatırımları kendi kaynaklarıyla finanse edebilmek için cesaretlendirmektedir.
Tüm bu gelişmeler, şehirleri bağlı oldukları ulus devletlerden bağımsız olma yolunda güdülemektedir. Nitekim dünyanın değişim hızı gün be gün artmaktadır. Merkezi hükümetlerin karar ve eylem hızı, bu temponun çok gerisinde kalmaktadır. İnsanlar ise sorunlarına hızlı çözüm üreten siyasal ve ekonomik yapıları tercih etmektedir. O halde içinde bulunduğumuz zamanda, güç ile çözüm arasında bir doğrusallık vardır. Sözün kısası, sorunları daha hızlı çözen, her zaman daha güçlü olmaya devam edecektir.
Elbette ulus devletlerin bir gecede çökeceği iddia edilemez. Ancak her alanda ortaya çıkan çığır açıcı yenilikler, devletlerin hâkimiyet sağlayamadığı; dağınık, çok yönlü ve kontrol edilemeyen bir yapı meydana getirmiştir. Bu yapı içerisinde yaşayanlar kendi ülkeleriyle bütünleşmek yerine, dünyadaki muadilleriyle birlikte hareket etme arzusu taşımaktadır. Bütün bu tartışmalar, içinde bulunduğumuz çağda Monaco, Singapur ve Vatikan gibi tam bağımsızlık sahibi olan şehir devletlerinin sayısının artacağını ileri sürmektedir. Bakalım bu iddialar bölgemize nasıl yansıyacak?