Ne istediğini ve olanın değerini bilmeyen bir toplum, elindeki hürriyetle dahi ne yapacağını bilemez ve onu başkalarına teslim eder.
Türkiye’de daha önceki adeta “iktidarın sokağa düştüğü” yıllar vardır. Bu, iktidarın kapanın elinde kaldığı bir duruma tekabül ediyordu. Çoğu zaman onu koruyamayan sivil iradenin cesaretsizliği, askeri vesayetleri bile cesaretlendirmiştir.
Darbeye “kurban” giden ya da “kaptığı” için askeri vesayetin elinde kalan “iktidar”lar hiç kimseye huzur getirmedi. Ne kendi milletine ne de dünyaya güven veremeyen bir yönetim anlayışı, ülkesinin imajını da yerle bir etti maalesef.
Milletin arkasından yürüyeceği cesur ve kararlı ve tabi ki sivil ruhlu bir liderin ne demek olduğunu, tarih birçok ülkeden örneklerle bize sunabilir… Hitler’in, Almanya’da sokağa düşen iktidarı nasıl kaptığı da çok açıktır bu zaviyeden bakınca. Uzun savaş yıllarının ardından gelen sefalet ve genç nüfusun geleneklerinden kopmasıyla oluşan hedefsizliğin de beslediği bir ortamda, liderleri tarafından da kendi hallerine terk edilen bir toplumun, korktuğuna teslim oluşudur asıl mesele; sırf canını, daha çok da sevdiklerinin canını korumak için… Hitler faşizmini doğuran pek çok sebebin asıl lokomotifi bunlardır.
Yakın geçmişimizde, hiç kuşku yok ki askeri vesayet altında yaşayanların çoğu bundan mutlu değillerdi. Hele onursuz ya da cesaretsiz hiç değillerdi. Ama onların belini büken darmadağınıklık ve ona eşlik eden güvensizlik idi. Yola düştüklerinde onları sevk edecek, hakikate ulaştıracak bir ortak akılları yoktu. Bu, tek tek avlanmak olurdu. Zira avlamak isteyenlerin cesareti de buradan gelmiyor muydu?
Bu millet arkasından yürüyeceği bir lidere kavuştuğunda gösterdiği tavırla tüm bu ifadeleri onaylamıştır. Lideri önünde yürüyen bir milletin e-Muhtıra’da, 17-25 Aralık’ta dahası 15 Temmuz’da ne yaptığı çok açık değil mi? Demek oluyor ki millet istikametlendirildiğinde, gücü odaklattırıldığında kolay kolay teslim olmuyor. Ne zaman ki hedefsiz ve lidersiz kalıyor, o zaman birliği de gücü de darmadağın olabiliyor.
Toplu iken yenilmesi mümkün olmayan bir yapı, dağıldığında teker teker “av” haline geliyor ve avlayanın işi de o nispette kolay oluyor. O sebepledir ki hayatın en ilkel halinden en sofistike olanına kadar av ile avlanan ilişkisi hep bölerek ya da tek kalmaya zorlayarak ilerlemiştir. İnsan tarafından inşa edilen toplumsal organizasyonların en tepesinde duran imparatorlukların bile ana teması “divide et impera” yani böl ve yönet üzerine kuruludur.
Bu vesilelerle artık şunu ifade edebilirim kanaatimce. Bir “seçmen irfanı” var bu ülkenin; kimden ne istediğini bilen ve istemediğine de itiraz edebilen. Sunulmaya çalışılan suni gündemlerin de çok farkında belli ki. Hem kendi kişisel tecrübelerimden hem de değişik yayın organlarının sokak mülakatlarından bu irfanı hissetmek çok mümkün bana göre.
Bu seçmen aynı irfanla, vicdanı kararan seçilmişi de çok çabuk hissedebiliyor. Evet, bir siyaset bilimci ya da sosyolog gibi yaşadığına dair bilimsel bir kavramsallaştırma sunamasa da, olaylardan çıkan rayihayı ya da pis kokuyu çok iyi ayırt edebiliyor. Seçmenin bu gücünü özellikle son birkaç seçimdir daha iyi görünür kıldığını ifade etmek isterim.
Yerel seçimle kimlerin nereye varmak istediğini de, PKK ve FETÖ ile iş tutanı da çok iyi hissediyor, kendisine tepeden bakan belediye başkanını da. Öyle görülüyor ki, millet kendisine, ülkeye hizmet edenle vicdanı sapanı aynı kefeye koymuyor…
Seçmen yine kendisini anlayanı da, anlamazdan gelip kendi niyetini dayatmaya çalışanı da fark etmiş gibi görünüyor… Eksik olanın ne olduğunu da, onu kimin tamamlayabileceğini de çok açık ve net cümlelere dökebiliyor.
Herkesin muhasebesini bu hakikat üzerinden yapması kendi menfaatinedir…