Tarih boyunca savaş her zaman olagelmiş bir gerçeklik… Tarih kadar, uluslararası politika ve ilişkiler de savaşın galipleri tarafından yazılıyor ve görmemiz istendiği kadarı bize sunuluyor. Ve yine tarih boyunca savaş mağdurlarının çığlıkları, her zaman savaş galiplerinin zafer naraları arasında sessiz çığlıklar olarak kalıyor ve unutulup gidiyor. Meydan savaşları, Birinci Dünya Savaşının cephe savaşları veya kahramanlık öyküleri mağdurları değil, galiplerin hikâyelerini anlatıyor. Bir yanda galiplerin kurdukları veya yeniden yapılandırdıkları devletler; diğer yanda ise mağlupların ise cephede veya masa başında teslimiyetleri, dünya tarihinin değişmez döngülerinden birisi…
Savaşın gerçek maliyetleri görünenden oldukça yüksek. Çünkü, savaş ve göçlerle şekillenen, sürekli değişen dünya siyasi haritasının ve sınırların, kağıt üstündeki çizimler kadar kolay değişmediği ortada…
Hani anlatılır ya! Bir resepsiyon sırasında Napolyon’un yanına yaklaşan gençle aralarında şöyle bir konuşma geçer: Genç, parmağıyla masadaki haritadaki kaleleri sırayla göstererek “Sayın komutan! Şu, şu, şu kaleleri neden almadınız” diye adeta hesap sorar. Napolyon gence döner ve “Delikanlı eğer kaleler ööööyle parmak işaretiyle alınmış olsaydı, hiç şüphen olmasın ki alınmadık tek bir kale bırakmazdım” der… Evet, bu tarihî cevap bir kalenin alınması, bir şehrin düşmesi, bir ülkenin işgali ve mağlubiyeti gibi tarih kitaplarında birkaç cümle ile özetlenen satırlar, savaş sırasında ve sonrasında yaşanan trajedi ve dramlar konusunda gözlerimize perde çektiğini net olarak anlatıyor. Çünkü Stalin’in dediği gibi, “Bir kişinin ölümü trajedi, binlerin ölümü ise sadece bir istatistik” olarak kitaplarda yerlerini alıyor.
İşin özüne dönecek olursak barış esas, savaş istisnadır. Asıl olan yaşamak ve yaşatmaktır, ölmek ve öldürmek ise şartlara bağlı bir istisna… Savaş aranıp istenilmemesi, peşine düşülmemesi gereken son sığınak olarak görülmelidir. Savaş her halükarda, ülkenin işgaline karşı direnilmesi, savunulması ve tehdidin bertaraf edilmesi gibi zaruretler dışında düşünülmemesi gereken bir “son çare”dir. Bazen de savaş istenilmese bile, yüzleşilmesi gereken bir gerçek olarak kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu durumda da devletler en az kayıp ve en fazla kârla bu durumdan çıkmaya çalışır.
Adı bile “barış” anlamına gelen “İslam”, savaşı yüceltmez ve zaruretlere bağlar. Hz. Peygamberin şu ifadesini nedense hiç kimse dile getirmeyi tercih etmez: “Savaşı dilemeyin. Allah’tan esenlik dileyin.” (Buhari, Temenni, 8) Savaş, arzu edip can atılası bir durum değildir. Yine, insan hakları ilkeleri bakımından önemli bir metin olan Hz. Peygamber’in Veda Konuşmasında bütüninsanların can, mal ve ırzlarının (onur ve namuslarının) dokunulmazlığı ve her türlü saldırıdan korunması ilkesi temel olmasına rağmen her nedense az hatırlanan ilkelerden…
Coğrafyamızın neredeyse kaderine dönüşmüş olan savaş gerçeği, birçok kişi tarafından patolojik bir şekilde arzu ediliyor. Savaşın arzu edilmesinin örfi tarafı baskındır ve bu isteklilik hali milletlerin hafıza ve genetikleriyle ilgili olabildiği gibi bir kısmı da cehaletle ilgilidir. Savaşların sadece askerler arasında cephede göğüs göğse gerçekleşen bir olay olmaktan çıktığı neredeyse yüzyıl olduğu unutuluyor. Kafe köşelerinde çevrilen sohbetlerde, ülkeler başkalarının çocukları üzerinden cömertçe alınıp veriliyor, had bildiriliyor, filmlerde izlenen savaş meydanları masa başı kahramanlarının hayallerini süslüyor.
Mertlerin dünyası, “tüfeğin icadıyla mertliğin bozulduğunu” düşünedururken, namertler dünyası, nükleer silahlar ve kimyasal silahlar ile kitlelerin acımasızca yok edilmesini ve yeni teknolojileri deniyordu. Savaş balistik füzeler, nükleer silahlar, elektronik ağ çökertmeleri, biyolojik ve kimyasal silahlar ve adını bile bilmediğimiz nice vahşet araçları.
Daha da beteri, 19’uncu yüzyılda savaş konseptinin değişmesiyle savaş sonrası zayiat çetelelerinde asker kayıpları binlerle değil, milyonlarla ifade edilen vahameti ortaya çıkardı. Buna bağlı olarak savaştan doğrudan ve dolaylı etkilenen mağdurlar da artık binlerle değil, on milyonlarla ölçülüyor. Milyarlarca dolarlık maddi kayıp ise can kaybı, psikolojik tahribat ve manevi kayıplar karşısında değersiz kalır.
Savaşın ne zaman başlayacağına siz karar verseniz de ne zaman biteceğine asla siz karar veremezsiniz. En fazla 6 ay süreceği düşünülen İran-Irak savaşının 8 yıl süreceği, Suriye’deki savaşın bu ay itibariyle 8 yıl süreceği kimsenin aklına gelmezdi. Günümüzün vesayet ve propaganda savaşları ve cepheye sürülen toplama paralı askerleri savaş kayıplarının karşılıklı olarak anlamını değiştirdi. Bir taraf canından verirken diğer taraf sadece malından verebiliyor.
Savaş silahlı askerden daha fazla sivil halkı vuruyor. Sıcak yuvalarında aileleriyle oturan, istediği yiyecek ve içeceği satın alabilen, istediği otomobile sahip olan, tatil hayalleri kuran insanların hayatları, savaşın başladığı ilk günden itibaren altüst olabiliyor. İnsanlar, ailelerin parçalanması, ölümler, yaralanmalar, açlık ve soğukla mücadele ile sağlık ve eğitim hizmetleri gibi en temel ihtiyaçlarından yoksun kalıyorlar.
Savaşa giren veya işgale maruz kalan ülkeler, halkın can güvenliği yanında, en temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak noktaya geliyor. Su, doğalgaz ve elektrik şebekeleri çöküyor. İnternet kısa sürede geri gelmeyecek şekilde kesiliyor; bazen elektronik saldırılarla bütün elektronik ve dijital sistemler çökertilebiliyor. Bunların hiç birisi şaka değil. Yaşanmış gerçek savaşlarda ortaya çıkan örneklerden…
Suriye, Çeçenistan, Karabağ, Afganistan ve Bosna’da savaşı bizzat yaşayan göçmen ailelerden birinci ağızdan dinlediklerimiz ve basından gördüklerimiz, yaşananların ancak küçük ve sathî (yüzeysel) örneklerini oluşturuyor.
Şartlar ne olursa olsun değişmeyen diğer bir savaş gerçeği de bu ikiyüzlü dünyada, erkeklerden oluşan ordulardan çok, kadın, çocuk ve yaşlılardan “mağdur orduları”nın oluşmasıdır. Konuya örnekleriyle devam edeceğiz.
(Devam edeceğiz…)