Uzun zamandır kültürel iktidarın, dijitalizmin iletişim ve bilgi edinme imkânlarını ortadan kaldırdığı, dünyanın üretilen algı ve yanılgılarla başka mecralara sürüklendiği, görünür olma çabalarının hakikati yok ettiği, istatistiki verilerin hikemî olanı ve hikmet arayışını akamete uğrattığı gibi meselelerden yakınıyoruz. Kültür, sanat, edebiyat ve siyaset etrafında kutuplaşma ve karşıtlıklar oluşturularak ayrışmanın ülkemize ve insanlarımıza verdiği zararlardan topyekûn dertliyiz. Farklı zamanlarda yazdığı makaleleri "Tam Ekran" başlığı ile kitap olarak Türkçeye çevrilen eserinde Jean Baudrillard, yaşadığımız zaman aralığını şöyle tarif eder: "Video, etkileşimli ekran, multimedya, internet, sanal gerçeklik… Karşılıklı etkileşim bizi her yandan tehdit ediyor. Her yerde mesafeler birbirine karışıyor, her yerde mesafe ortadan kaldırılıyor. Cinsiyetler arasında, zıt kutuplar arasında, sahneyle salon arasında, eylemin başkahramanları arasında, özneyle nesne arasında, gerçekle gerçeğin sureti arasında bir mesafe yok artık." Böyle bir dünyada “zihinsel diaspora”nın hayatımızın her anını doldurduğunu ve gerçekte olmayan “şeylere” bizi ikna ettiğini görüyoruz. Mesela İsrail, ABD ve yandaşlarından temin ettiği öldürücü mühimmatla bölgede ekseriyeti çocuk ve kadın 50 bin kişiyi katletti. Ardından dünyanın önemli yayın organlarında “İsrail’e zarar veriyorlar, yetişin dostlar.” bağırışlarıyla zihnimizi formatlıyorlar. Soykırım yaparak çocuk öldürenlerin “savunma hakkı” çıkardıkları gürültü ile mi meşrulaşıyor?
Böylesine karanlık ve şerefsizliklerin itibar gördüğü bir çağda, onursuz ve acımasız güç sahiplerinin egemen olduğu bir dünyada bize “İyi şeyler de oluyor.” dedirten önemli edebiyat şölenlerine de tanıklık ediyoruz. Geçtiğimiz ay Rami Kütüphanesi’nde “Sevgili arkadaşlar, hepinizi; antikapitalist, antisiyonist, antifaşist, antiemperyalist ve Türkiye özeline ait olmak üzere antifiravunist bir bilinçle selamlıyorum. Ne mutlu Müslüman’ım diyene!” diye bizi ötelerden selamlayan Nuri Pakdil eserlerinin yeniden yayınlanması törenine iştirak ettik.
Bir hafta sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin kurulduğu yıllarda kilise olarak kullanılan daha sonra Bilim Salonu olarak hizmet veren ve 1872'den 1901 yılına kadar (kolej olarak kullanıldığı yıllar) bu salonda ders veren Doğa Tarihi Profesörü Albert Long'un ölümünün ardından isminin verildiği üniversitenin etkinlik salonunda terekesini üniversiteye bağışlayan Adalet Ağaoğlu’nun misafiri olduk.
Her iki töreni ayrıca değerlendireceğim. Ancak bu törenlerden sonra kültür ve iktidar ilişkisi ile kültür, dil ve devlet olgusu üzerine zihnimi meşgul eden meseleleri paylaşmak istedim. Kültür ve eğitim yolculuğunda kayıpların maliyetine odaklanmanın gerekliliğine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Kültürel iktidar, din-dar nesil naraları arasında festivaller düzenleyerek kültürel iktidarı festivallerle görünür kılmanın acayip hâlini yaşıyoruz.
Dünyanın en zengin coğrafyaları, 19. yüzyıl düşünce birikiminin inşa ettiği ve 20. asrın ilk çeyreği ile ikinci çeyreğinde maruz kalınan iki büyük savaş sonunda emperyalist muktedirlerin postkolonyalist talepleri doğrultusunda paylaşıldı. Hiçbir sınır etnik, kültürel ve dinî aidiyetler dikkate alınarak tanzim edilmedi. Bütün sınırlar Batı’nın ekonomik çıkarları gözetilerek çizildi ve her bir ülke işgal ordularının güç alanları dikkate alınarak savaş sonrası ilgili ülke ile ilişkilendirildi. Tarihte devlet olarak var olmayan devletçikler kurularak İngiltere ve Fransa’nın emperyal politikalarının kontrolüne bırakıldı.
Birinci paylaşım savaşının hemen ardından dünyanın hatta insanlığın geleceğinin en acımasız, en büyük felaketi olacak ve siyonist idealler doğrultusunda kurulacak bir devlet Balfour Deklarasyonu (1917) ile ilan edildi. Bir kültür ve ideoloji girişimi olarak başlayan siyonist hareket, siyasi girişim ve çabalarla devletleşme yolculuğunda da başarılı olmuştu. 20. yüzyıl başına kadar sadece bir ibadet dili olan İbranice, Beyaz Rusya’da doğan ve Rothschild ailesinden aldığı ekonomik desteklerle çalışan Elizer Ben Yahuda tarafından bir yazı ve kültür dili olarak kayda geçirildi. Bir insan, bir dil ve o dilin bir devlete dönüşmesinin güçlü bir örneği olarak İbranice üzerine düşünürken; tersinden bir imparatorluk, büyük bir kültür ve edebiyat dili olarak Türkçenin hayatımızdan çıkarılışıyla nasıl çoraklaşmış bir zihne ve kültürsüz bir zemine çekildiğimiz gerçeğine de bakmamıza ihtiyaç var.
Depremlerden sonra “kültürel” bir iş olarak yapılan festivallerle muhafazakâr kadrolar tarafından kaybedilen belediyelerin büyük paralar harcayarak yaptıkları konserler arasında nasıl bir farklılık ve benzerlik olduğunu da bu bağlamdan düşünmek gerek. Ezcümle dil, kültür, medeniyet, coğrafya, etnik aidiyet, kimlik ve melezleşen kimlik, yabancılaşma, Batılılaşma, sermaye birikiminin insanları kültürel kırıma maruz bırakması … birbiriyle ilintili ve tamamı tevarüs ettiğimiz “dil, kültür ve medeniyet” evi ile ilgilidir. Yeni harfler, tasfiye edilen kültür ve din dilinin gündelik hayattan çıkarılması ile (selamlaşma yerine günaydın/tünaydın) ile getirildiğimiz noktada kültür adına hayatımızda ne kaldığını hiç düşündük mü?
Böyle zorlu bir zaman kesitinde birbirine yakın olmayan iki edebiyatçının eserlerinin yeniden yayını bile bize büyük ferahlık veriyor. Şeyh Galip’ten başlayarak Fuzûlî, Bâki, Nedim üzerinden Hafız’a götürecek kültürel ve edebî bir yolculuk bizi ne kadar mutlu ederdi dersiniz?