Toprak bütünlüğü ve içişlerine karışmama uluslararası ilişkilerin temel ilkeleri arasında yer almaktadır. Her ne kadar bu ilkeler sıklıkla hatırlatılıyor olsa da, devletler tarafından bilhassa küresel güç iddiasındakiler tarafından bu ilkelerin ulusal çıkarlara mahkûm edildiği görülmektedir. Herhalde, günümüzde Ortadoğu coğrafyasında olup da toprak bütünlüğüne ve içişlerine karışılmayan devlet kalmamıştır.
Bu çerçevede, IKBY’yi referanduma götüren şartları doğruca tespit edip, bu şartların içeriden mi yoksa dışarıdan mı sağlandığını öncelikle iyice tetkik etmek gerekmektedir. Eğer, iç ve dış dinamikler makul bir biçimde analiz edilmezse, meydana gelen veyahut gelecek gelişmeleri sağlıklı idrak etmek mümkün olmaz.
Soğuk Savaş Dönemi’nde Irak’taki Kürtler’in SSCB tarafından desteklendiği ve örgütlendiği CIA’nin raporlarına yansımıştı. Hatta bu yönde bilgileri 1950’li yılların başında Türk basınında da görmek mümkündür. Fakat altı çizilmesi gereken husus ise, bu raporlardan hareket eden ABD’nin, Irak Kürtleri üzerindeki nüfuzunu ve denetimini artırmak için kollarını sıvamış olmasıdır.
Daha öncesine gidildiği zaman, Birinci Dünya Savaşı sonrası Irak yeniden yapılandırılırken İngiltere’nin Irak Kürtlerine ayrı bir parantez açtığı görülür. Bu bağlamda, Kuzey Irak’ta, Türk ve Arap memurların yerine bir Kürt atanmış ve bunlara da birer İngiliz danışman görevlendirilmiştir. Ayrıca, bölgedeki Türk asker ve subayları da Bağdat’a gönderilmiştir.
İngiliz idaresi boyunca Irak’ta yürütülen politikaların temelinde Musul’un yeniden Türkiye’ye katılmasını hukuki, siyasi ve toplumsal açıdan engellemenin olduğu söylenebilir. Bu süreçte İngiliz hükümeti adına Irak’ta bulunan Gertrude Bell bu durumu şöyle tasvir ediyordu: “Her [Kürt] lider kendi aşiretini doğru yönetmekten sorumluydu. Aşiret lideri kendini hükümet memuru gibi görüyor, her şeyi ise İngiliz subayları kontrol ediyordu.”
Irak’ta ortaya çıkan merkezi otorite boşluğu her ne kadar tarihten bugüne gerçekçi bir iç dinamik olarak sunulsa da, İngiliz Mandası, Soğuk Savaş Dönemi MOSSAD, CIA, KGB ve MI5 gibi küresel istihbarat örgütlerinin faaliyetleri ve ABD’nin Çekiç Güç ve 36. paralel politikası gibi siyasi ve askeri gelişmeler sonucu belirleyen dış faktörlerdir.
Türkiye’nin ise bu süreci bölge başkentlerinde yönetmek yerine, Batı başkentlerine havale ederek yönetme çabası başarısız olduğu kadar, bölge ile arasına kalın duvarların örülmesine de neden olmuştur. Bu noktada, Türkiye, bölgenin insan kaynağını eğiterek bölge ile arasında kültürel ve toplumsal bağları yeniden inşa edebilirdi. Ancak Batı ile bütünleşme arzusunun bağnazlığa dönüşmesiyle bu fırsat değerlendirilmemiştir.
Iskalanmaması gereken diğer bir durum, Referandumu IKBY’nin başarısı olarak görmektir. Referandum, bölgesel enerji kaynaklarının İsrail merkezinde toplanıp Avrupa’ya sevk edilmesine yönelik atılmış güçlü bir adımdır. Bu sayede, ilk etapta Musul-Kızıldeniz-Doğu Akdeniz enerji kaynakları İsrail topraklarında merkezi bir terminalde toplanacaktır. İkinci aşamada ise, Hazar ve Basra enerji kaynaklarıyla bu süreç taçlandırılacaktır.
Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi, Ortadoğu’daki enerji yönünden zengin ülkelerin, dini ve etnik kimlikler üzerinden parçalanması üstünde çalışılan bir projedir. Görülen o ki, Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, yine bölgenin kaderi büyük devletlerin bölge üzerinde anlaşıp anlaşamayacaklarına göre yeniden şekillenecektir. Türkiye ise yine çetin bir denge diplomasisi içinde yeni süreci yönetmek durumundadır.