İlk celsede, sanata dair çeşitli hükümler üzerinde durmuş, bazı diyalektik yargılarda bulunmuştuk. Ve nihayet, Fuzuli’nin Mecnun ve Ferhad’ı topa tuttuğu bir şiir üzerinden, sanatın gayesini ve sınırını resmetmeye çalışmıştık.
Şiir geride kalsın.
Muhtevayı hatırlatarak devam edelim:
Bîsütun dağına Şîrin'in resmini çizmek isteyen Ferhad, benim kadar kederli değilmiş ki dağı delmeyi beceremedi. Bendeki gam, Ferhad’ın kazma kürek ile yapamadığını bir âh ile yapardı. Mecnun desen, zamparanın teki. Sevgili’nin kapısından ayrılıp sahrada volta atar oldu. Bendeki dert onda yeşerseydi, kafasına kuş yuva kurmazdı. Benim huzursuzluğum kuşu da rahatsız ederdi. Heyhat, onlar değil, benim bela içre olan. Zira benim yâr bildiğim tasvire sığmaz ve mekândan münezzehtir.
Louis Massignon’un dahi objektif bir tavırla ‘”sezdiği” bu gerçeği; bırakın seküler sanat hamallarını, bugünün mütedeyyin sanat camiasına bile kabul ettiremiyoruz.
Tasavvufa olan merakıyla da bilinen meşhur Fransız şarkiyatçısını dinleyelim:
— İslâm sanatını yürüten düşünce, ehl-i sünnet doktrinidir. Yani şekillerin üstüne yükselmek, putperestliğe meydan vermemek… Bir kukla ve gölge oyununda olduğu gibi, onları hareket ettirene ve tek daimî olana doğru gitmektir. Sayısız İslâm mezar taşı bize hep şunu tekrarlar: Hüvelbâkî (Yalnız O bâkîdir)…
Duracağımız taraf belli yani.
Nasıl bir sanat anlayışından bahsedebileceğimizin de sinyalini verdik.
O zaman bir Müslümanın sanat hakkında sorması icap eden suallere geçelim. En temel beyin fırtınası, düşünce iklimini kendi memleketimize çekip sanattan ne bekleyeceğimiz üzerine kopmalı bence:
Türkiye’de sanatın ve sanatçının görevini nasıl tarif edeceğiz? Arzuladığımız estetik deha tipini nasıl inşa edecek, ona nasıl bir misyon atfedeceğiz? Tıkıldığı soysuzlaşma ve soytarılaşma çöplüğünden halk kümelerini aydınlattığını sanan sanat anlayışını mı derman bileceğiz? Bütün fikir dünyasını bozuk, yoz ve bağnaz sabitlere göre imar eden, öz kültürüne bîgâneleşmiş sanat kaltabanlarını mı kurtarıcı belleyeceğiz? Yahut sanatı, sömürgeleşmiş zihinlerden rahatsız edici tazyiklerle püsküren kuru bir yetenek icrası olarak mı kabulleneceğiz?
Veya politik eleştiri dairesinden çıkıp ana ve esas probleme değinelim:
Sanatı ve sanatçıyı Yaratan’a kafa tutmayı, ezelî ve ebedî kudret sahibinin kanunlarına karşı çıkmayı, yaratılan bir mahlûk olarak “sanat yaratmak” gibi abes ve ahbes hülyalara yapışmayı sanat mı zannedeceğiz?
Tüm bunların cevabı kâinata hümanizm şişkinliğiyle bakanlar için subjektif olmakla beraber; benim için değişmez, sarsılmaz ve eskitilemez bir hükümler manzumesinden ibarettir. Ben, ‘mutlak hakikat’i referans alırım.
İslâm’da güzelliğin başlı başına bir hakikat olduğu buyurulur. O hâlde mutlak hakikat ile meşrebince ve kabiliyetince rabıta kuramayan bir zihin, güzellik ile nasıl hemhâl olabilir?
Hakikati kabuğundan dahi olsa koklayamayan, onu tanıyamayan bir akıl; mutlak güzeli de tanıyamaz. Dolayısıyla hakiki manâda bir “güzel” üretemez. Neticede has hakikati doğuramayan sözde sanatçı, insanının ve vatanının temel sorunlarına çözüm arayamaz. Kaldı ki çözüm bulsun… Ki en duru hakikat olarak, topyekûn bütün çözümler; Kâlûbelâ’dan beri ilahî bir lutuf olarak insanlara bildirilmiş ve ilham edilmiştir. Sanatçı; bu nakil ve ilhamları, hasret ve arayışları, edebi aşmayan bir estetikle halka aksettirebilendir…
Netice şudur:
Bizi kurtaracaksa, çölleşmiş bir izanla, gayesini aşmış zekâ hamleleriyle, rotasını şaşırmış bir üslupla tanımlanan sanat anlayışı ve bu zavallı anlayışa göre kendine sanatçı vasfı atfeden ziyan tipler değil; sanatın ve sanatçının hakikate gebe suretlerini kuşanmış bir estetik idrak atılımı kurtaracaktır. Kurtuluşun en kestirme yolu da devrimbaz tahribatlar sonucu “mil çekilmiş gözlerle” aradığımız estetik idrake sosyal çapta -yeniden- ulaşmak ve bu kaybettirilmiş hazineyi hayat teşkilatlanmasının her sahasına şırıngalamaktır.