Büyük sanatçılarımız yok. Büyük bestekârlarımız, büyük ressamlarımız ya da hattatlarımız yok.
Neden? Onca çaba, uğraş, istek ve imkâna rağmen neden? Neden dahili ve harici dünyada ses getirecek isimler çıkaramıyoruz? Neden kalplerimize dokunacak ve ruhumuzu imar edecek sanatçılar üretemiyoruz? Yanlışlık nerede?
Sanat eğitimi deyince, bir üstadın yanında zanaat öğrenmek gelir insanların aklına. Resim, hat ya da içini fark etmez. Bir üstad vardır, bir de onun çırakları. Bu, binlerce yıldır böyledir. Atölyeler vardır sanatın ve sanatçının üretildiği. Orada başlar hikaye, orada bitmez. Bir kalas olarak gelir, abide olarak çıkarsınız oradan. Bir atölyeden çıkarsınız ama başka bir atölyeye. Üstadın atölyesinden kendi atölyenize. İcazetiniz vardır ve siz de birilerine üstat olursunuz artık. Kişiler değişse de mekanlar değişmez. Adları değişse de ortamları değişmez. Resim atölyesindeyseniz elleriniz boyaya dolanır.
Heykel atölyesindeyseniz çamura. Hat atölyesiyse orası mürekkebe. Bir türün bütün örnekleri birbirine benzer. Değişkenler kişiler. Öğrenen ve öğreten kişiler.
Binlerce yıl böyle yürüse de, -hala da böyle yürüyor kısmen- zamanımızda değişti bu işler. Artık üniversiteler, fakülteler var. Oralarda da atölyeler var ama ilişki biçimleri değişti artık. Usta-çırak ilişkisi yerine, öğretmen-öğrenci ilişkisi var. İcazet yerine notun baz alındığı bir sistem var. Formel öğrenimin olup informel ilişkilerin, yaşamanın olmadığı bir sistem var zamanımızda.
Sistemler değişir, amenna. İnsanlar da. Abartmaya gerek yok. Ama kotarması gerekir her sistemin meseleyi. Gelenin gidenden iyi olması gerekir. En azından aratmaması.
Aratıyor ama bugün. Örgün akademi güzel sanatlar fakülteleri, yaygın akademi olan sanat atölyelerini aratıyor. Akademi de profesör olup ders veren hocalar da aratıyor, atölyesinde kurduğu dünyayla talip olanların hayatlarına dokunan üstadları. Ne üstadlar kaldı artık ne atölyeler. Varsa da -ki var- çok azı hariç hizmet etmiyor sanata. Sanatçı yetiştiremiyor oralar. İnsan yetiştiremiyor -teknisyenden öteye geçmeyen sanatçılar dışında-. Bu sistem değişmeli.
Buraya kadar bahsettiklerimden eskiye dönelim sonucu çıkmasın. Eskiye dönmeyelim ama şimdiyle de yetinmeyelim. Yeni bir şeyler getirip, yepyeni şeyler söyleyelim.
Başlıkta niçin ve nasıl dedik. Niçin'i cevaplamanın nasıl'ı, nasıl'ı cevaplamanın niçin'i verdiğini bilerek sorduk. Zira, bütün sorular, tevhide varmak için. Varlığın kendisinde bir’lendiği tevhidi inşa etmek için.
Niçin sorusunun cevabı açık: Büyük sanatçılara ve insanları kuşatacak eserlere "hayat" vermek!
Ya nasıl? Onun cevabı da bu kadar açık mı? İkisinin cevabı birbirini verirken, kolay mıdır nasılı cevaplamak? Yukarıdaki kısa izahtan yola çıkarsak pek de kolay gözükmüyor. Çünkü sanat eğitimi söz konusu olduğunda birçok faktör çıkıyor karşımıza. Ve karmaşık bir manzara. Bu manzarayı netleştirmek gerek önce, sonra da sonuca gitmek.
Bir yerde eğitim söz konusuysa bir talep eden vardır, bir de talep edilen. Bu eğitim, sanat eğitimiyse, ona bir de talimi gerçekleştiren eklenir. Çünkü sanat talim işidir her şeyden önce.
Uzun bir talim (doğal olarak, terbiye). Bu talim rehber olmadan olmaz. Bilgiyi elde etmekten farkı budur sanatın. Bilgiyi elde etmek için rehber önemlidir ama bu rehberin kişi olması gerekmez. Bir kitap da olabilir bu, insan veya ağaç da. Sanatta kitap ya da ağaç keşifler için gereklidir ama yolun yol olması için yeterli değildir. Orada illa ki bir üstada ihtiyaç vardır. Yolu yol kılacak ve onda nasıl yürüyeceğinizi size fısıldayacak. Bunu yaparken müstakil şahsiyetinize halel getirmeyecek bir üstada.
Buna, ister usta-çırak ilişkisi deyin, isterseniz hoca-talebe fark etmez. İkisi de aynı kapıya çıkar.
Bu eğitimin bir başka sacayağı, talebenin talip olduğu sanat dalının incelikleriyle beraber sanat meselesinin felsefi-paradigmal arka planına dair okumalar yapmasıdır. Meseleyi salt zanaat düzleminden entelektüel mecraya taşıyarak kendini yenilemenin ve geliştirmenin imkanlarını oluşturmasıdır. Bugün yapılan temel yanlışlardan biri, Güzel sanatlar fakültelerinde iyi bir dini-felsefi eğitimin verilmeyişidir. Yani sanat erbabının neyi, neden yaptığını bilmeden bir sanatı öğrenmeye çalışmasıdır. Bu anlayışla sanatın teknik detaylarını öğrenebilir hatta detaylara hakim olabilirsiniz ama her sanat eserinin kendinden beslendiği metafizik alemden habersiz kalırsınız. Bu da sizi vasattan öteye geçemeyen bir sanatçı seviyesinde sabitler. Sanat hayatınız bir patinajdan öteye geçmez. Çünkü gerekli bilgiden yoksun olduğunuz gibi araştırma (tecessüs) merakından da yoksun olursunuz. Araştırma yoksa yenilenme yoktur. Yenilenme yoksa, eskinin üzerine kendinizden bir şey koyarak orijinalliğe varma da yoktur. Hepsi birbiriyle bağlantılı bu silsileye Mimar Sinan bizden, Da Vinci Batı’dan iyi örnektirler.
Mimar Sinan, bir mimar olduğu kadar dahi bir matematikçi, mühendis, zemin uzmanı, akustik dehası ve zamanının bütün sanatlarına hakim bir ehl-i hıreftir. Yeniçeri olarak girdiği ocaktan, imparatorluğun baş mimarı mertebesine yükselmiş bir serbülenttir. Kadırga inşaatından yığma köprülere, baş mimar olmadan önce türlü tecrübeler edinmiş ve taşı yerinde ağartmıştır. İyi bir eğitimle beraber, Doğuda ve Batı'da büyük geleneklerin sanat-mimari eserlerini yerinde tesbit etmiştir.
Hiçbir eserinde kendini tekrar etmeyen, devamlı yeniliklerin peşinde olan Mimar Sinan, dünyanın bütün (hemen hemen) kültürel mirasını özümsemiş ve ona dehasını katarak mimarlar panteonunun zirvesine oturmuştur.
Da Vinci ise, Floransa’da bir köyde doğmuş, çocukken zanaat atölyelerinde başladığı eğitimine yeni buluşlar (mesela Sfumato) katarak kendini bulmuştur. Üstadların rehberliği yanında yaptığı bilimsel araştırmalar, ilahiyat ve felsefe okumaları, tuttuğu defterler, çizimleri -Vitrivius Adamı- ve çalışkanlığıyla büyük sanatçının nasıl yetişeceğini hayatıyla ortaya koymuştur. Ressamlığı yanında mimar, mucid ve ateşli silahlar uzmanı olan Da Vinci, bitmek bilmeyen tecessüsüyle adını tarihe kazımıştır.
Üstadın rehberliği, entelektüel okumalar, yeniliklerden beslenmenin yanında sanat eğitiminin belki de en önemli ayağı, sanat yapar gibi yaşamaktır. Dünyaya sanat eserleri armağan etmeden önce, başlı başına bir eser olarak nefes almaktır. Biz buna irfan-hikmet deriz. Bugünkü sanat eğitimindeki temel eksiklerden biri de budur.-Belki de en önemlisi- Sanatını icra eden ama yaşamayan insanlardan, tevhide engel olan parçalanmışlıktan büyük eserler vücuda gelmez.
Sanat her şeyden önce müessirinin şahsında yaşar çünkü. Ona baktığımızda sanatını, eserine baktığımızda onu görürüz. Bugünkü sanat fakültelerinde hikmetten eseri bırak haber bile bulamazsınız. -Ama hikmetsiz sanat olmaz, tevhidsiz sanatın olmayacağı gibi.-
Hülasa, talip, üstad, tedrisat, tecessüs ve hikmetin olmadığı yerden büyük sanatçılar çıkmaz. Büyük sanatçının olmadığı yerden de büyük eserler yükselmez.
Baki selamlar.