Şiir; kavgadır, sevdadır, yardır, anadır. Acının kalbinde, filizleniştir.
“Benim gerçeğim hüzün/kavgamın ortasında çatlayan nar kadar kimsesiz- günbatımlarını boynuna dolayan nehirler kadar gerçeğim. Ben Mezopotamya’nın yüzüne işlenmiş şiir sesinin tekrarıyım. Ben Asya’nın haritası, Hızır’ın da yoldaşıyım. Sessizliğin kızıyım, kendime de kavgayım.”
Şiir; dertlerin koğuşudur. Vatandır, savaştır. İsyandan bir cerrahtır.
“Ben devrim nöbetlerinde, şiirden bir ağzı gökyüzüne tutan-ben isyanın topuz saçlarına rüzgâr. Âdem ile Havva’nın yeryüzüne indirdiği ar…”
Şiir; aklanmadır, yastır, tövbedir...
Hiçbiri değil. Şiir gönül dağına, sırdaşlıktır, aşktır...
Şiir; disipline olmuş duygu ve düşüncenin dışa vurumudur. Konu ile teması, şiirin bütününde hissettirmek; realitenin derinliğinden ayrılmadan kelimelerle yapılan bir dansla mümkün olur.
Necat Çavuş’un “Dünya kalemin ucunda dönmezse ne çıkar” diye soruşu; “İşte şimdi şiir başladı” komutu değil mi?
Yazmanın aceleciliğine boyun eğenler, vasat cümleler kurarak bir esere imza atanlardır. Koşarcasına okudukları kitaplardan intihal ile sanatın bir köşesinde yer almaya çalışırlar. Bu çabanın kökeninde ‘narsizm’ yatmaktadır.
Yarım yamalak bir düşünce diyalektiğiyle ‘Ben evreni’ inşa edenlerin sanat tonlaması, oyalanmadan ibarettir ki, açtıkları parantezin adı da popülist duruştur. Her çağda şüphesiz rağbet gören popülist şair ve yazarlar, adını geleceğe taşıyamadıkları gibi edebiyatın pazar köşesini inşa edenler diye, usta kalemler tarafından küçümsenmeyi de hak ederler.
Vitrin kalemler, hem kendi nefislerine hem de sanatı ticari boyuta taşıyanlara hizmet ederler. Paraya teslim olan kalemlere, ‘salt para için’ ifadesini kullanır Arthur Schopenhauer.
Evet, Schopenhauer pek fazla insan sevmezdi, fazla bencildi. Kalabalığa girmek istemeyen, yalnızlığa kaçan adam, bugün büyük kalabalıkların içinde dolaşıyor. Aşkın Metafiziği’ne imza atan Schopenhauer’in cehennemi dünyaydı. Dünyadaki cehennemi yenmek mümkün, ölüm sonrası cehennemi nasıl yeneceğimiz de yine bu dünyaya bağlı. Yaptıklarımız ya da yapamadıklarımızla kendi cehennemimizin ölçüsünü oluşturur.
Şiirin ve yazının ilhamdan başladığını sindiremeyen kesim, yazının dünyasına girebilmek için, sivri dilden istifade ederler. Dini değerleri ve manevi yapıyı uç noktalarda işleme cüretini göstererek, dikkat çekerler. Bu şiirde ve yazıda var oluş değil, çırpınıştır.
Bazıları da imgelerine o kadar güvenir ki, şiirin estetiğinde var olmaları bir hayli zaman alır. O aşırı özgüven, şiirin kılcal damarlarında gezinmeye müsaade etmez. Şair kendi içinde, kendini görme becerisini geliştirmek zorunda. Yani bir an önce olgunlaşmak mecburiyetinde. “Bir kar tanesidir öfkem sana” diyen Necati Çavuş’un bu dizesi çağrışım boyutuna sıkı bir göndermedir.
Toplumu sağlıklı bir yere taşıyan şair ve yazarların iç dünyası, hezimetten ibarettir. Şairi şair yapan da bu sisli yolların birleşimi değil mi? Yenilgi adlı makası, yaşamlarında açık unut(muş) gibi yapan şairlerin, yenilgiyle terbiye olmaları da, gerçek olduğu kadar ilginçtir.
Şairlerin ve yazarların merdivenini çıkarken sesleniyor Michel Cioran: “Hüzün, ilk günahın şiirdir.” Yazmanın aceleciliği, hüzün duvarlarını kırarak umut vaat edişi, trajedi. Sanatkârın zehirdir, acelecilik. Sevgide, emekte, bağlılıkta olduğu gibi önce hüzünde demlenip, dönmeli kalem.
Şair Ömer Erdem’in yeni çıkan kitabı Güneş Kalır Bir Başıma, bu hafta Paris’i selamladı. Kısa şiirlerin yer aldığı kitabı heyecanla okudum. Her kitabını imzalayıp gönderen bu ince yürekli şaire teşekkür ediyorum.
Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Ömer Erdem: “Hangi dikenin ucu eğrildi endişeden-Sevdiklerinin yaşlılığına da erdin.”
Kalbinize emanetsiniz…