Saklı kentlerin süvarileri

Abone Ol

Saklı kentlerin süvarileriyiz

biz unuttun mu?

Ağlama diyorum sana!

Kanarım

Yıkılırım

Sancılanırım

Düşerim

Üşürüm…

Ölmek mi istiyorsun?

Peki önce solu benim son nefesimi

Sahile vuran cesedimden Sana küflenmiş zamanın dişleri arasında yitip giderken rastladım. Yerle bir edilmiş sokaklarında bir can çekişiyordun. Kesik kesik nefes alırken, ılıktı avuçlarıma akan kanın. Gözlerinin nemi kan ter içinde bırakıyordu beni. O kanadıkça büyüdü kanatlarım daha sıkı sarıldı. Yol oldu, iz oldu, düş oldu. Şimdi aynı gökyüzünde aynı mavinin peşindeyiz.

Ah! Yarası sıcağım. Ne çok sevdim o kırılgan, kimsenin bilmediği titrek yürek atışlarını, fersiz dizlerinin üstüne çökerken yalnızca ALLAH’a teslimiyetini, ne çok sevdim. Adını bilmediğim çiçeklerin açtığı derin uçurumlarını. Ama ben korkmadım, kenarlarında dolaşmaktan hatta içine atlamaktan.

İnsan sevdiğine yarasını verir mi?

Evet verir. Hem de en çok yarasını verir. Çünkü en kıymetlisidir yarası…

Herkesten sakladığını sadece sevdiğine akıtır. Onda erir, onun hücrelerine karışır, yaraları kendiliğinden iyileşir. Sonrasındaki hafifliktir işte aşk. Yani biraz Yakup olabilmektir, Yusuf’laşmaktır…

Geciktim belki sana, geldiğimde ellerin soğuk, ayakların küçücük ayakların ıslaktı. Ama bütün dünya gibi sırtımı dönmek istemiyordum. Talan edilmiş iklimlerini toparlamalıydım. Mevsimlerin olmalıydı. Kardelenin, çiğdemin, menekşen… Sonra topraklarına yeni tohumlar ekmeliydim. Küçük kanatlarımla dokundum sana ne güzel açtı goncaların, pınarların kör kuyularımı doldurdu. Sana bahar geldiğinde demlendim göl/gelerinde. Şükür dualarımı okudum yaslanırken kocaman zümrüt yeşili yüreğine… Ey sahile vuran cennet meleğim, haritasızım.

Yine aklıma düştün. Çay rengi gözlerimden tonlarca ağırlığındaki iki damla süzülüyor. Sol yanım uğulduyor. İçimdeki çocuk kırdı bütün oyuncaklarını, neredesin? Şimdi hangi yıldıza bakıp “bu çoban yıldızı” diyorsun, sonra da “yok aslında o bir uydu” diye söyleniyorsun. Hangi kuşa anlatıyorsun beni, yine giydim hüzün entarimi, sensizliğin tespihini koparıp fırlatıyorum, seslerini astığım duvara. Sen, sahile vurmuş çocuk, benim beyaz suçumsun. Sen cennet meleği, beni cehennemle karşı karşıya bırakıp nereye gidiyorsun?

Çaresizlik ne illet bir sancı. Kırsam bütün sokak lambalarını fark eder mi bir kör için? Ya da bildiğim bütün yollara döşesem mayınları önemi var mıdır? Ayakları olmayan biri için. Say ki ben bir körüm, say ki benim ayaklarım yok. Rabbim affeder mi beni?

Ey sahile vuran acı

Ey haberci

Güneş saçlı,

Su yüzlü çocuklar

Gelin benimle

Uçurtmalar uçuracak bizi

Kuşlar haylazca sapanla taş atacak,

Gün döndüler güneşten daha büyük

Nil, Fırat tersine akacak inanın

Gelin koşa koşa

Yalınayak Musa’lar aramaya

Ama sen çocukluğunu bıraktın, o dalgalarla getirilen bir haber gibi vurdun işte sahillerimize.

Ayaklarıma rüzgarı giydir tanrım

Bu çocuklardan önce

Yetişmeliyim kıyamete kim demiş cenneti görmek için

ölmek gerekir diye