Türkçede daha çok Küçük Prens ile tanınan yazar A. de Saint-Exupéry’nin ıskalanan ve unutulan bir eseri: Kale.
İsa Nebi’nin son havarisi gibiydi:
“Kaleyi insanların yüreğine kuracağım!” demişti pilot. Uzun bir zaman küçük bir prensin peşi sıra koştu durmak bilmeden. Minik bir gezegende üç koca ağaç vardı ve tüm gezegeni saracak kadar büyük -hâliyle gezegen de küçüktü- ve birbirine geçmiş kökleri vardı ağaçların. Küçük Prens’in yurdu olan bu gezegen dünyadan çok uzaklardaydı. Küçük Prens tilkiyle, fille, kuzuyla ve bir çiçekle konuşabiliyordu. Ama, Küçük Prens’i bin sayfalık bir zamansız masalda hayal eden adam ne kurtla-kuzuyla ne de bir âdem evladıyla konuşabiliyordu. Zira, konuşmak istediği insanlar Katedral deyince taş yığını anlıyorlardı. Oysa katedral demek sadece taş yığını demek değil; içindeki ruhun aynası da demekti.
Pilot, öldürmemeye yeminliydi. İki dünya savaşını da aklıselim olarak idrak etmiş; idrakini kafatasından bir uru atar gibi atmış, İnsanların Dünyası dediği alemi anlamanın beyhude olduğunu; aklın ve imanın anlaşılması için çaba harcamanın daha insanca bir eylem olduğu kanaatine varmıştı; Güney Postası, Gece Uçuşu ve Savaş Pilotu’yla. İnsanlar ölüyorlardı, birbirleri üzerinde son model silahları denemekten çekinmiyorlar ve bunu ülkeleri adına, milliyetleri adına, toprakları adına yaparken en acımasız savaş naralarını atıyorlar, uçan demirlerle ateş kusuyorlardı savaşın olmaması için dua eden insanlar üzerine. Pilot, bomba atmayan bir uçağa binmenin ilkelerine uygun olduğu kanaatine vardı ve keşif uçağıyla yaptığı ilk uçuştan sonra sırra kadem bastı; zira, keşif uçuşu sonrası bombalanacak yerleri tespit etmenin bombalayandan daha fazla cürüm işlemek olduğunu fark etmişti.
“Tanrıyı unutup nesnelere dalmak, bir yerde vermenin diğer yerde çalmak olduğu düşüncesine sevk etti bizi.” diyen adam unutulanın aslolan olduğunu söyleyecek kadar dünyaya Fransız olmuş, düşüncesini hakikate çevirmiş bir temiz âdemdi. Vermekten korkan ama almak için daha yıkıcı olan insanların dünyasında; “Vermek, yalnızlık uçurumu üstünden bir köprü atmaktır!” diye haykırıyordu. Oysa tutsakların dünyasında vermek de almak da pek bir şey ifade etmiyordu. Zira; “Tutsak kaldıktan sonra, yaşam bağışlansa ne çıkar!” diyen de aynı adamdı. Eşyaya, toprağa, kadına, hırslarına bağlı erkeklerin dünyasında sesi bir vaizin sesinden öte gitmiyor, sanki pazar vaazı bitince tutkularına dönen insanlar gibi dinliyorlardı onu.
İnsanların yüreklerinde kaleyi kurmak o kadar kolay değildi. Bizde, “yürek devleti” diye addedileni sağlamak için ömrünü, kafasını, kalbini meydana seren pilot, “Adamlarımız gevşiyorlarsa, içlerinde ateşi sağlayan imparatorluk öldüğü için gevşiyorlar!” gerçeğini bile bile o sönmüş ateşi canlandırmak için Zümrüdüanka gayretiyle yakıyordu kendini. Napolyon’un imparatorluğu değildi onun tasavvurundaki. Belki, “Gökteki krallıktı” Hz. İsa’nın tasavvurunda olduğu gibi…
“Tapınağa gelmişsen eğer, tanrı seni yargılamaz artık; bağrına basar!” diyordu Halil Cibran gibi, korkularımızla savaşan ermişler gibi, dünyaya çizik atmış tüm kalender insanlar gibi… Umudunu yitirmeyen modernlerdendi. Belki de modernlerin akşamında yanan son kandildi.
Duran, ‘oldum’ diyen, erdiğini varsayan, ‘bundan ötesi yok’, diyen, insanî sınırların içinde değildi! Öyle ki; “İnsanı eyleme geçiren biricik çıkar, sürekli olmaktır, sürmektir.” Tıpkı ibadetin -az da olsa- sürekli olanının makbul olması gibi.
Sözcüklerin dünyasında, sözcüklerle kendini ifade etmeye çalışan, sözcüklerin kavrayamadığı bir aleme inanıyordu. “Sözcüklerin ulaştıramadığı bir gerçeğe saygı gösteriyordu”. Bu yüzden, tüm akılcı varsayımları, tezleri, anti tezleri bir kenara bırakmış ve bildiği yolda ilerlemişti.
Bu noktaya kadar Exupéry ve Kale adlı eseri hakkında belli bir tasavvur oluşturamamış olabilirim zihninizde. Lakin eser, bir çocuğun bilge babası ile kentleri, çölü gezmesi ve insanın karşılaşabileceği hâlleri izlemesi üzerine kurulmuş sıkı bir metin. Belki de en dişli metinlerinden insan düşüncesinin ürettiği. Bir hikâyeden, romandan, masaldan, hikmetler kitabından çok öte olmakla birlikte hepsi aynı cilt içerisine cem olunmuş! Muhammed Esed’in o meşhur Mekke’ye Giden Yol’u ile Kale neredeyse amaç ve biçim olarak aynıdır. Ancak, biri imanın yüceldiği yere, diğeri ise düşüncenin iman ettiği yere ulaşır.
Exupéry, düşüncesindeki imanî rotayı takip edip kutlu yere ulaştı mı bilmiyorum; ama hâlâ uçağının düştüğü ya da indiği yer bulunamadı, aradan neredeyse 80 yıl geçmesine rağmen. Belki de Küçük Prens’in gezegenine gitti. Öyle ya, öyle bir yerin varlığına inanıyordu. İnanıyorsak eğer; mümkündür. İnanmıyorsak reddetmekten ötesi mümkün değildir!
Modern dünyanın absürtlüğünü reddeden pilotu saygıyla anıyorum ama bu kelimeler uzak akrabam Exupéry’i yâd etmeye yetmiyor.
İyi ki yazdı.
İyi ki yaşadı.
İyi ki terk etmeyi bildi namussuz bir savaşı.
İyi ki Exupéry gibi bir adam geldi geçti dünyadan; yaptıkları, yaşadıkları, yazdıkları ve insanların yüreğine kaleyi kuracak kadar çılgın ve de ülküsüne sadık! İdeallerin poşete konup alışveriş merkezlerinde onur, iman, kaygı karşılığında satıldığı bir çağda kalbimize bir kale kurma fikrini hatırlatan güzel insanlardandı Exupery. İnsana ve imana Fransız kalmayan, dünyanın en güzel Fransız’ı unutmalar çağında, unutmayandı.
İyi ki unutmadı Kale’nin varlığını.
Kalbine bir kale kurabilenler kalbini koruyabilecek!