1 Kasım seçimlerinden sonra ‘Başkanlık’ sistemine geçilmesi tartışmaları yeniden gündemde.. 100 yıllık İttihadçı zihniyetten gelen kurumlar ve onların isteğine göre şekillenmiş medya çevreleri diken üstündeler..
Halbuki, onların uygulamaları değil başkanlıktan da öte, diktatörce uygulamalarıyla meşhur..
Bunun için CHP’nin ilk iki genelbaşkanı M. Kemal ve İ. İnönü’yü hatırlamak bile yeter.. Çünkü, onlar ülkeyi, Başkanlık sistemiyle de yönetmediler; 27 yıl boyunca, dudaklarından dökülen her söz, kanun sayıldı..
Ki, bunu, 15 sene ülkenin ve milletin tepesine oturan ve kendisinin icraatına karşı çıkanları dârağaçlarında sallandırmasıyla meşhur olan M. Kemal, henüz iktidarının 7. yılında, 1930’larda, çocukluk arkadaşı Fethî (Okyar) Bey’e, ‘Bu günkü manzaramız bir diktatürlük manzarasıdır..’ diyerek bizzat itiraf edecekti.
Ve bugün hemen bütün kemalist-laik-demokratlar açıkça da itiraf ederler ki, ‘Evet, öyle amma, diktatör olmasaydı, o devrimleri başka türlü yapması mümkün değildi’.
*
M. Kemal’den sonra, aslında onun tarafından azledilmişken, onun ölümünün hemen ertesi gün, 11 Kasım 1938’de, Mareşal Fevzi Çakmak’ın dayatmasıyla cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’nün de, ondan pek geri kalmadığı söylenebilir.
Öyle ki, bu ilk iki isim, hem Reis-i cumhûr idiler, hem de ülkenin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın /partisinin Reis-i Umûmîsi/ Genel Başkanı idiler.
Bir fransız gazetecisi, iki başkanlığın birden uhdesinde bulunmasının mahzurlu olup olmadığını sorduğu M. Kemal’den kendisini mâzur gösterecek karşılıklar alıyor ve, ‘Pekiy, birisini terketmek zorunda kalsanız, hangisinden ayrılırsınız?’ dediğinde de, M. Kemal, ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’nın reisliğini bırakmam!.’ diyordu.
Bu yaklaşım pratik açıdan yanlış da değlidi. Çünkü, bir teşkilat / örgüt, dokusu vardır elinde.. Onu yitirdiği zaman, cumhurbaşkanlığında sembolik bir isim ve protokol adamı olmanın ötesinde hiç bir etkisi kalmazdı. Parti liderliği ise, İttihad -Terakkî’den beri gelen ve onların uzantısı olan partisinin teşkilat güçlerini elinde tutmasına vesile olacaktı. Ki, ülkenin askerî ve bürokratik yapısının hâlâ da o ismin vesayet ve velayetinden kurtulamıdığı ortadadır.
*
Bu vesileyle, bu konuda, yakın tarihimizden bazı ilginç örnekleri de hatırlamakta fayda var.
Merhûm Turgut Özal, güçlü ve pragmatist bir liderdi ve kendisinin bir dereceye kadar İslamî eğiliminin olduğu söylense bile, partisi olan ANAP’ı dört eğilimden oluşturduğunu söylerdi.. Demokrat ve Adâlet Partisi çizgisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Millî Selâmet Partisi.. Hattâ, CHP ötesi solcu gruplar eklenecek olursa, 5 farklı eğilim..
Buna rağmen, Cumhurbaşkanlığı’na geçince.. Partisinin başkanlığını, sözünden çıkmayacak bir Yıldırım Akbulut’a bıraktı ve tabiatiyle Başbakanlığı da.. Ama, Akbulut işbaşına gelişinin henüz ilk haftasında, ilginç söylemleriyle halkın dilinde fıkra konusu oluverdi.
Daha sonra, onun yerine gelen Mesud Yılmaz da doğru dürüst bir söz söyleme kabiliyeti sergileyemeyen birisi olması ve sair sebebler yüzünden, benzer şekilde, fıkralara düştü.
Öyle ki, -yakın çevresinin iddia ettiğine göre- Turgut Özal, eğer ölmeseydi, o yıl, cumhurbaşkanlığından ayrılıp yeniden ya partisinin başına dönmeyi, ya da yeni bir parti kurmayı düşünüyordu..
Ama, ömrü vefa etmedi.
Ve ANAP, ‘bir varmış, bir yokmuş’a döndü, kuruluşu 15-20 yılı dolduramadan..
*
Keza, Süleyman Demirel de, yasaklı olduğu yıllarda arkadaşlarına kurdurduğu DYP’nin başına, siyaset yapma hakkını tekrar kazandıktan sonra geçti ve 1991 seçimlerinde partisini birinci parti yaptı. Ama, Turgut Özal’ın vefatıyla cumhurbaşanı olunca.. DYP’nin başına getirdiği yardımcısı Tansu Çiller döneminde, Demirel de bitti, DYP de.. O kadar ki, Erbakan- Çiller arasındaki Refah-Yol koalisyonunun ikinci merhalesine geçilip, Başbakanlığın Çiller’e devri sözkonusu olunca, Demirel kendi eski partisine ve kendisinin eski yardımcısı ve yerine getirdiği Çiller’e, -Meclis aritmetiği imkan verdiği halde- başbakanlığı vermedi. Askerî Darbe’lerle devrilmesiyle de meşhur Demirel, 28 Şubat 1997 Askerî Darbesi’nin mimarı durumuna düştü, utanaç verici bir şekilde..
*
Ömrünün son demlerinde, Ecevit’in kendisiyle girdiği bir liderlik yarışından yenik çıkan İnönü’nün elinden, Genel Bakanlığını 34 yıl yaptığı CHP de çıkıvermişti.
12 Eylûl Askerî Darbesi sonrasında, CHP’yi mütegallibe zümrelerinin partisi olarak suçlayıp oradan ayrılan Ecevit, yasaklı olduğu dönemde, eşi Rahşan’a kurdurduğu DSP’nin başına 1987’de geçti. Önce pek varlık gösteremediyse de, kendisinin Demirel tarafından başbakanlığa getirildiği sırada, Amerika’nın, PKK elebaşısı Öcalan’ı yakalayıp Türkiye’ye vermesinin zaferini yoğun propagandalarla kendi hanesine yazdırtan Ecevit, 1999 seçimlerinde yüzde 22 ile birinci parti olup iktidara geldiyse de, o iktidar dönemi kendisi için de , ülke için de tam bir felaket oldu ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde sadece yüzde 1 oy alarak, siyasetten çekildi, partisi de bugün ne durumda, ortada..
Keza, yasaklı olduğu dönemlerde de, teşkilatlarının perde gerisinden açık yöneticisi olan merhûm Erbakan’dan geriye kalan Saadet Partisi’nin durumu da ortada..
Türkeş’in partisinin durumu da öyle..
Yani, liderlerle teşkilatları arasında direkt bir bağın olduğu, lidersiz kalan partilerin veya partisiz kalan siyasetçilerin nasıl bir duruma düştüklerinin ilginç hikayelerine sahibiz.
*
2014 Ağustosu’nda, ilk olarak direkt halk tarafından yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini, yüzde 52 oyla kazanan Tayyib Erdoğan, cumhurbaşkanı seçildikten kısa bir süre sonra, Başkanlık sistemine geçilmesine dair görüşlerini dile getirdi.
Ancak, bu konu, üzerinde çoğu kimse hazırlıklı değildi galiba ve konu anlaşılamadı ve bir netice de alınamadı.
Kimileri, Tayyib Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığıyla yetinmediğini, daha geniş yetkilerle, sultan yetkileriyle daha da muktedir olmak hevesi taşıdığını iddia etti..
Hattâ, bazı hukukçu prof.lar, ekranlarda kitleleri kandırdılar.. Ve, Başkanlık sistemi olursa, hiç bir kontrol ve fren mekanizması olmayacak dediler..
Bazıları, Erdoğan’n iktidara doyamadığını ve cumhurbaşkanlığıyla yetinmeyip daha geniş yetkiler istediğini dile getirdiler.
Siyasetçi olup da daha güçlü iktidara hevesli olmayan insan yoktur derler.. İktidar aynı zamanda ihtiras da taşır.. İhtirassız insanların siyasetçi olması neredeyse imkansızdır. Belki, kazaen siyasetçi olanlar da olmuştur, ama, onlardan geriye bir eser, bir iz kalmamıştır.
*
Fransa’nın 1990’lı yıllardaki müteveffâ c.başkanlarından François Mitterand, ‘Cumhurbaşkanlığı iyi de , kötü tarafı, yükselecek daha yukarı bir yerin olmaması’ derdi..
Bazıları, Erdoğan’ı da böyle değerlendirdiler ve değerlendirmekteler..
Gerçekten de öyle midir?
İnsanın iç dünyası hakkında kimse dışardan kimse kesin bir söz söyleyemez. Çünkü, her ne söyleyense subjektif olur ve zannîdir. Taa ki, kendisinin net beyanı oluncaya kadar..
*
Bu satırların sahibi, 20 sene önce, ve İstanbul Belediye Başkanı oluşunun üzerinden henüz 1,5 sene geçmekteyken Tayyib Bey’le yurt dışında birkaç gün, gece sabahlara kadar süren sohbetlerde söylediği bir sözü hiç unutmadı.
Seçilmesi üzerinden henüz 1,5 sene geçmekteyken, İstanbul’da başarılı olacağının işaretlerini yansıtmaya başladığı hatırlatılığında, Tayyib Bey, şöyle demişti:
‘Ben hizmete varım.. Ama, hizmetçiliğe, asla!..’
Bu söz, sıradan bir söz değildi ve kendi beyanıyla açılmayı gerektiriyordu.
Nitekim, kendisi o sözünü şöyle açmıştı:
‘Ben yaptığım her hizmete inandığım değerlerin mührünü vurabilirsem, işte o hizmet olur; aksi halde, başkalarına hizmetçilik olur..’
*
Tayyib Erdoğan’ın geride kalan 20 yılında bu ölçüsüne dikkatle sâdık kaldığını gördüğümü ifade etmeliyim.
Bundan ayrı olarak da, ilk gençlik yıllarından beri içinde olduğu, çekirdekten siyasetçi birisi olması hasebiyle, siyaset mekanizmalarının nasıl çalıştığına dair de çok güçlü bir tecrübe hazinesinin olduğu ortada..
O, geçmişteki liderler gibi siyaset çarklarının dişlileri arasında kalmamak için de dikkatli.. Yoksa, İnönü, Özal, Demirel ve diğerlerinin karşılaştığı sıkıntılarla karşılaşacağını biliyor.
Ve kurucusu olduğu ve başarılı icraatiyle 13 yıldır iktidarda şekilde tuttuğu ve bunu son seçim zaferiyle pekiştirdiği partisiyle bağını, kanûnen koparmış gözükse bile, fiilen koparmıyor. Ki, son seçim zaferi, dünyada da onun karizmatik liderliğinin sonucu olarak olarak değerlendiriliyor.
Bu yanlış da sayılmaz. Çünkü, o da partisiyle ilişiğini koparsaydı, AK Parti’nin böyle bir seçim zaferi elde etmesi, herhalde muhal olurdu..
*Ve o da cumhurbaşkanı’nın ilk kez halk tarafından seçilmesi sırasındaki kampanya esnâsında açıkça, ‘Ben alışılmış bir cumhurbaşkanı olmayacağım..’ diyordu.
*
Olmadı da.. Ve iyi de oldu..
Ve o şimdi, ülkenin Başkanlık sistemine geçmesi gerektiğini tekrar hatırlatıyor.
Bazı çevreler ise, onun daha bir otoriter cumhurbaşkanı olacağı korkusunu yaşıyorlar.
Hattâ bazıları, Başkanlığın sultanlık, padişahlık gibi olacağı gibi tuhaf iddialarda bulunuyorlar..
Gerçek böyle midir? Ya da bu iddiaların gerçekle ne ilgisi vardır?
(Bunları da inşaallah, yarın ele alalım..)