En başından ifade edeyim, bu bir futbol yazısı değildir.
Zira hiç anlamadığım bir konuda fikir beyan etmek gibi bir cehalet de sergilemem.
Bu yazının futbol ile ilgili kısmı, sadece beni sahada ya da meydanda kazanma ile fikirde/mefkurede kazanma arasındaki bağ üzerinde düşünmeye yönlendirmesidir.
Bir insan ömrü elbette uzun tarihsel akışa ya da döngülere, kısa zamanda gerçekleşen mevsim değişimlerine hâkim olduğu gibi hâkim olamaz.
Dolayısıyla büyük devletlerin yüzlerce yıl süren yükseliş ya da çöküşleri de bir insan ömrüne sığmadığı için çok kolayca anlaşılamazlar.
Adrian Bordan, “Zaman Felsefesinin Kısa Tarihi”inde olayların kronolojide nasıl konumlandığını çok derin ve felsefi bir dille ortaya koyar.
İşte tam da bu noktada çok kısa süre içerisinde gerçekleşen Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki Millî Takım performansının iniş çıkışı, çok başka bir açıdan ve çok küçük de olsa bir simülasyon şansı veriyor bana göre.
Sahada kazanmak, aslında düşüncede kazanmak demek ya da tam tersi.
Çünkü takım sahada yenildiğinde yapılan ilk şey, sahada oynanan futbol anlayışını sorgulamak oldu hocanın futbol anlayışı üzerinden.
Kazanıldığında yapılan şey de aynıydı kuşkusuz.
Dikkatli kafalar, bu kısa zaman içerisindeki iniş çıkışları çok iyi takip ettiler muhakkak.
Şimdi bu örneği biraz tarihle ilişkilendirmek isterim.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi fikriyatını, medeniyet anlayışını, teknolojisini hatta inançlarını derinden sorgulamaya nasıl ve nerede başladığını hatırlayalım.
Viyana önlerindeki saha bozgunu ve arkasından gelen Karlofça Antlaşması ile ilk toprak kaybı, derhâl ve öncelikli olarak askerî alanda derin bir sorgulama başlatmıştır.
Saha kayıpları arttıkça sorgulayanların sayısı gibi, sorgulanan konuların çeşitleri de artmış; -siyasi, dinî, ekonomik- iç huzursuzlukların ve isyanların fitili ateşlenmiştir.
Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdıklarından takip ettiğimiz kadarıyla anlıyoruz ki derhâl dönemin önemli fikir ve devlet adamlarından oluşan komisyonlar kurulmuş ve başarısızlıkların sebepleri üzerine raporlar hazırlanmıştır.
Hiç kuşku yok ki yükselirken de tam tersi olmuş ve sahada kazandıkça içeride birlik güçlenmiş, öz güven hep tazelenerek fikirlere, inançlara bağlılık da artmıştır.
Her daim fikriyatını canlı tutmasak da biliyoruz ki davranışlarımızın ardında bir düşünce vardır.
Davranış bozulduysa mutlaka daha öncesinde düşüncesi bozulmuştur ya da rakipten geri kalınmıştır.
Kazanırken de bu mekanizma tam tersi yönde hareket eder.
Saha ya da savaş meydanları gelişmenin, fikirlerin, inançların yüzleştiği ve kendilerini sergilediği yerlerdir.
Bu anlamda, “Sahada kazanmak, fikirde kazanmak; sahada kaybetmek, fikirde kaybetmektir.” desek yanlış bir cümle kurmuş olmayız.
Savaştaki düşman ya da sahadaki rakip için de yüzleşme bir değerlendirme aracıdır.
Sahalar ya da meydanlar diğerleriyle yüzleştiğimiz, mukayese fırsatı yakaladığımız, her halükârda bize “kim” olduğumuzu ve neye sahip olduğumuzu hatırlatan; hatta bazen büyük bir acı ile yüzümüze çarpan yerlerdir.
Uzun bir fetret döneminden sonra yeniden sahalarda kendimizi test ediyoruz.
Karabağ, Libya, Somali, Akdeniz, Suriye’nin kuzeyi, Balkanlar…
Saydığım örnekler, son yıllarda fikirde de güçlendiğimizi gösteren önemli yüzleşmeler oldu.
Demek istiyorum ki sahalar ve meydanlar önemlidir ve hafife alınamazlar.
Öz güvenimizin ve inandıklarımızın pekiştiği, pekişeceği yüzleşmelere hep hazır olmak temennisiyle…