Sevgili Ay…
Şimdi sen görünmeye başladın ya on beş gün filan önce, bir hurma dalı gibi incecik. Şaban girdi diye sevindik.
Hilaldin, büyüdün günbegün. Güneş gece nöbetini sana devretmişti. Akşamları doğuyordun, yükseliyordun adalar üstüne.
Venüs’ü kucaklıyordun, ay yıldızlı bayrak oluyordunuz. Dans ediyordunuz Marmara’nın sularıyla, doyum olmuyordu şavkına…
Yine bir akşam güneş terk edip gittiğinde doğdun bütün haşmetinle. En görkemli halinle, en güzel giysilerinle arz-ı endam ettin küremizin üzerine.
Sevgili Ay…
Biliyor musun Berât diyoruz o en ihtişamlı olduğun geceye…
Âh sevgili ay, farkındasındır mutlaka, neler neler geldi başımıza geçen berâtten bu yana. Vatanımıza, canımıza kastettiler. Yüzlerce kardeşimizi şehit ettiler. Dik durduk, hamdolsun başaramadılar. Alındı birer birer hainler. Alındı da bazıları tekrar salındı, ciğerimiz kavruldu.
Darlandık be sevgili ay… Biliyoruz şeytan vazgeçmez davasından. Kuşatmaya devam ediyorlar hem içten hem dıştan. Lâkin alışkınız bu kuşatmalara. Tarihimiz bu iç dış kuşatmaların tekerrüründen ibaret değil mi?
Yarmakta zorlandığımız bir kuşatma daha var ki sorma, içimizin de içinden… Kendilerine benzetme adına boca ediyorlar kültürel virüslerini yavrularımızın pâk bedenlerine.
İşte böyle bir ahvalde, köprü trafiğinde, şehitlerimizin ruhuna Fâtiha gönderirken doğuverdin Çamlıca’nın üzerinden, “Selamını getirdim aziz şehitlerimizin ötelerden, bir Fâtiha da benden” dercesine…
Yüce Rabb’imizin “Bağışlanmak dileyen yok mu, onu bağışlayayım!.. Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim!.. Belâya dûçar olan yok mu, ona afiyet vereyim!..” hitabına uyduk ve dua ettik, affımızı, beraatimizi talep ettik.
Sevgili ay…
Şimdi git selametle. Yüklen ötelerin bereketini üzerine, Ramazan ol, gel tekrar doğ üzerimize…