Doğu Akdeniz’de büyük gaz rezervlerinin keşfedilmesinden sonraki jeopolitik değişim, küresel aktörlerin dış politika ve enerji planlamalarını yeniden revize etmelerine yol açtı. Fakat yine de, bölgedeki tüm değişimleri ve olası senaryoları izah etmede sadece bölgedeki enerji kaynaklarının keşfi, tek başına yeterli olmaz. Söz gelimi bu enerji keşfi ve bununla ilgili ihtilaflar, ABD’nin NATO’nun Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki planlarını yönetmek üzere, Kıbrıs’ı bir harekât merkezine dönüştürme gayretlerine bir perde oluşturmamalıdır.
Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e yeniden bir düzen vermeye çalışan güçlerin, Kıbrıs üzerinden bir tanzim çalışması yürüttüğü ve bu bağlamda Avrupa Birliği’nden sonra NATO’nun da sınırlarını Doğu Akdeniz kıyılarına kadar uzatmaya çalıştığı görülmektedir. 1970’li yılların sonlarından itibaren adanın AB (AET) üyesi olmasıyla bu sorunun çözüme kavuşacağını savunanlara, şimdilerde Kıbrıs’ın NATO üyesi olmasıyla ancak adada çözümün sağlanabileceğini iddia edenler eklendi. Her iki tartışmayı veya tezi birbirinden bağımsız olarak okumak mümkün mü?
Kıbrıs’ı NATO üyesi yapma fikri yeni bir düşünce değil. Kökleri, Soğuk Savaş Dönemi’nin başlangıcına kadar geri götürülebilir. Fakat o dönemde, hem konjonktür hem de Makarios buna müsaade etmemişti. Ancak şimdi Rum Yönetimi hiç olmadığı kadar istekli. Lakin konjonktür henüz olgunlaşmadı. Ayrıca Türkiye, NATO’da veto yetkisine sahip bir devlet olarak, Güney Kıbrıs’ın Atlantik İttifakına üye olmasını engelleyebilir. Bu engelin aşılması için şöyle bir formül düşünülüyor: Eğer Türkiye S-400’lerin alımından geri adım atmayacaksa, NATO’ya bir teminat olarak, Güney Kıbrıs’ın NATO’ya girmesi için gerekli kolaylığı sağlamalıdır. Başka bir ifadeyle Türkiye’den, Kıbrıs sorunu çözüme kavuşturulmadan Güney Kıbrıs’ın NATO’ya üye olmasına müsaade etmesi istenecektir.
Bu noktada iki mazeret öne sürülmektedir. Bunlardan birincisi, bölgede uluslararası barışı riske edebilecek tehditlerin sayısının hızlı bir biçimde artıyor olmasıdır. Kıbrıs’ın NATO üyesi olmasını savunan uzmanlara göre, S-400 Füze Krizi, Doğu Akdeniz deniz yetki alanları anlaşmazlığı, Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığı, Kıbrıs’ın çevresindeki silahlanma yarışı, terör, insan kaçakçılığı ve düzensiz göçler gibi tehditler, NATO’nun bölgede daha aktif olmasını gerekli kılmaktadır.
İkinci gerekçe ise, NATO üyeliğinin adaya çözüm getirecek olması. Bu iddiaya göre, NATO üyeliği halinde, tüm taraflar ortak güvenlik şemsiyesi altında buluşacak ve böylece adanın tamamında Türk-İngiliz-Yunan müşterek güvenlik garantisi işleyecektir. Bu sayede Rumların çözüm için savunduğu, “sıfır asker, sıfır garanti” şartı bir taraftan gerçekleşmiş olacak, diğer yandan Türkiye’nin endişe duyduğu Doğu Akdeniz güvenliği NATO çerçevesinde giderilecektir. Sözün kısası, Türkiye adadaki garantörlük haklarından ve askeri varlığından NATO lehine vazgeçecektir.
Şimdi şöyle bir soru ile yazımızı noktalayalım: Neden Kıbrıs’ın Türkiye’yi ilgilendiren sorunlarının müzakeresi için “Önce Adada Çözüm” tezi ileri sürülürken, Kıbrıs’ın AB ve ABD’yi ilgilendiren yönlerine ilişkin bu tez ileri sürülmemektedir?