Bir temenni olarak “Tam bağımsız Türkiye!’’ kulağa hoş gelen bir önerme… Ancak “beş’’ten büyük olup olmadığı tartışılan bu dünya; sadece Türkiye’ye değil, hiçbir egemen devlete de mutlak manada bir “bağımsızlık’’ imkânı vermiyor ve hatta çoğu zaman bu “beş’’e bile. Son 15 yıldır kabuğunu kırmak yolunda Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetleriyle büyük aşamalar kaydedip milli kodlarını yeniden revize eden Türkiye, birçok alanda geçmişe oranla ciddi kazanımlar elde etmişse de, bu pozisyonunu devam ettirebilmek için bile olsa kendisi dışındaki coğrafyalara -pazarlara- ihtiyaç duymaktadır. O nedenle devletlerarası ilişkilerde geçtiğimiz yüzyıllardan tevarüs romantik “bağımsızlık’’ terimi yerine “güçlülüğü’’ ön plana alarak günümüzü değerlendirip tartışmamız daha sağlıklı olur.
Birinci Dünya Savaşı’nın mağlupları arasında yer alan Türkiye, daha önce egemen olduğu coğrafyası müstevliler tarafından parçalanıp şekillendirilirken söz sahibi olamadığı gibi, elde tutabildiği Anadolu topraklarında da tarihsel parametrelerini resetlemesi koşuluyla varlığını sürdürmesine izin verilmiştir. Yeni devlet, her türlü yoksunluk içersinde Batılı güçlere verdikleri taahhütlere bağlı kalmak için azami gayret gösterirken, ortaya çıkan İkinci Dünya Harbi esnasında ateşe bulaşmadan bu badireyi nasıl atlatabileceğinin hesaplarından başka bir şey düşünememiş, dolayısıyla dünyanın yeniden şekillendirilmesi sürecinde de ”güçsüzlüğü” nedeniyle yer alamamıştır. Bu savaşın galipleri ise oluşturdukları mekanizmalarla dünya ekonomik deviniminin kendi çıkarları doğrultusunda işlerlik kazanmasını teminat altına alırken aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi çatısı altında, kendi aleyhlerine gelişebilecek her hangi bir kararı absorve edebilmek adına bu kutsal beşli “veto’’ yetkisiyle donatılmıştır ki, işte dünya sisteminin çoğu zaman kilitlenmesinin nedeni ve diğer yüzlerce ülkenin iradesini yok sayan bu “kudret’’leridir.
Sayın Erdoğan uzunca bir zamandır, özellikle Suriye sorunun gözler önüne serdiği insanlık dışı zulüm ve adaletsizlikler karşısında yüksek perdeden bu haksızlığı dillendirmesine rağmen, maalesef uluslararası toplumdan yeterli desteği görmemiştir. Son dönemde yaşananlar haklı, doğru,adaletli, insani ve ilkeli olmanın uluslar arası sorunları çözmekte yeterli bir argüman olmadığını gösterdiği gibi, hiçbir devletin de Türkiye kadar bu hassasiyetleri önemseyip, üzerinde durmadığı gerçeğini net bir şekilde ortaya koymuştur.
İlk başlarda Suriye sorunun çözümü konusunda ABD ve AB’nin insani ve demokratik söylemlerinden de güç alarak haklı ve insani politikalarına yön veren Türkiye, bir zaman sonra bu ülkelerin “bilinçli umursamazlığı” karşısında hayal kırıklığına uğramış ancak mücadelesinden vazgeçmeyerek yeni arayışlara girmiştir. Bu esnada içine düşürüldüğü yalnızlık ve çeşitli çekinceler nedeniyle gerekli net adımları atamaması, ardından da kendi içindeki terör odaklarınca ağır saldırılara uğrayıp enerjisinin örselenmesi ve bu esnada Rusya’nın bölgeye fiili olarak çöküşü ise krizin derinleşip yeni bir boyuta dönüşmesine neden olmuştur.
Savaş uçağını düşürmemizin ardından Rusya ile yaşadığımız gerginlik ve ekonomik yaptırımlar sürecinin her iki ülke için çeşitli sıkıntılara yol açması ve karşılıklı atılan adımlar sonrasında detant dönemine geçilmesi ve en nihayetinde evvelki gün Erdoğan’ın Rusya ziyaretiyle birlikte buzların erime noktasına gelmesi elbette sevindiricidir. Ancak bu yeni dönemde ne Rusya’nın ne de Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonlarının radikal anlamda değişeceği manasına gelmiyor.
Devamı nasipse yarın…