Bir yol uzayıp gidiyor önümde… ‘Yorgun’ ve dar bir yol, bu yol… Akşam oluyor bir taraftan da… Adım adım önümde eksilen bu yol; pembeleşen gökyüzünün yansımasıyla gittikçe azalan bir aydınlık ile kızarıyor. Güneş biraz melankolik çekilip gidiyor. Yol, adeta ufku yırtıp derinleşiyor ve sanki uzuyor ileride…
Menzile varınca, çoktan hakiki dünyaya varmış kimi düzenli, çoğu şekilsiz mezarlar bir şeyler söylüyor. Yeraltından fısıltılar duyuluyor! Ayak seslerim mezar taşlarındaki nabız atışında kayboluyor. Tanıdık yüzler görüyorum mezarlarda, harflerden… Bir yol çoğalıp iniyor ardım sıra, aşağı doğru… Tarihin tanığı, nice şerefli ayaklara omuz vermiş Arnavut kaldırımlarına basmaya kıyamıyor, adeta bir gölge gibi ilerliyorum; “hürmet ve edep” etrafımda koşuşturuyor. Yol kenarlarındaki mezar bekçisi kediler, bakışları ile ‘selamlıyor’ gibi genç misafiri… İlerledikçe ve yolun derinliğine girdikçe, şehrin canlılığı zayıflıyor, öteki dünyanın sükûneti ruhuma işliyor. Yeryüzünde attığım adımlar, yeraltında yürüdüğümü hissettiriyor bir ara; mezarlar arasında eksildiğim ağaçlık yolda… Deniz seviyesinden, bulutlara doğru yükselerek ilerlediğim bu yolda, gökyüzünün kaçıncı katına çıkıyorum? Sessizlik çöküyor bir ara; gölgemin gürültüsü, varlığımın sesini aşıyor. Yol boyu aralıklarla görünüp kaybolan insanların sıradan konuşmaları, gülüşmeleri, cüretkâr tavırları, mezarlığın sessizliğinde yankılanıyor, toprağın altına iniyor. Acizliğinin üzerinde yürürken hayat yokuşundan, ölüm çukuruna yuvarlanıyor gidenler oysa… Adeta ensesinde taşırken kopacak kıyametini, paçasından dünyalık ihtiraslar ve heyecanlar akıyor insanların… Ölümün merkezinde, ‘hayat kovalıyor’ nice habersizler… Burası uhrevi bir mahalle; sokakları kabristan, sakinleri ölüler… Dünyanın çarpıklığı, Eyüp sırtlarında da alabildiğine kendini gösteriyor. Kurtuluş seâdethaneleri bir tarafta, beri yanda nasipsizler… Onlar, panoramik İstanbul silüeti içinde “hayal” peşinde… Farklı coğrafyalardan dili, dini, derisi farklı binlerle insanın gelip ‘bir vesile’ buldukları; ancak önünden geçip de mukaddes, kadim o giriş kapısının kilidini teğet geçtikleri mahalle burası… Binlerce kilometre öteden gelip, güneş ve gölge kadar birbirlerine yaklaşıp da görememek… Bir kimse körse, güneşin suçu ne? Ruhsuz olanların, ruhu ıskaladığı ‘en büyük pişmanlık, ne büyük bedbahtlık’ şu yokuş… Ben yaya yolunu çıkıyorum, onlar etrafımdan üçer beşer iniyorlar kaygısızca… Yanımda bana bakan ‘eğilmiş asırlık mezar taşı, hayatını doğrultmak için çırpınanlara neler anlatıyor’ oysa… Ölü kim? Güzel koku sürülmüş, kendinden habersiz gelip gidenler mi; perde arkasından beni dikkatle izleyen, şu ruh dolu mezar taşları mı? Kim ölü? Hakikât ne? Yazın bu yokuşun dönemeçlerine, yazın yolun bütün kıvrımlarına: “Ölmeden önce ölmek lazım.” Önümde tırmanan dar yol, sırat yokuşuna benziyor; menzile varmak için ‘yürek’ gerekiyor. Meydandaki su fıskiyesinin yaydığı serinlik ruhuma ulaşıyor da; bedenim hararet yapıyor, sıcaklıyor ve bunalıyorum. ‘Bakış mesafesi’ kısaldıkça; içimdeki ‘nefs’ kaçışıyor; hatalarım yakama dökülüyor, utanıyor, küçülüyorum gittikçe… Şu gökyüzündeki yol arkadaşı güvercinler misali; rahat, özgür ve aldırmadan kanat açmak isterdim. Bir yandan da; ölümün beldesi, “hüzün tepesi” Eyüp’teki o ‘meşhur mekânı’ öne çıkarma gayreti birilerinin, ‘yaşam merkezi’ yapma iddiasıyla çekiştirilmesi orası burasının, nasıl eğreti duruyor; oradan aşağı dökülen “insan yığınları” ise can sıkıyor. Zihnimde ‘sorumluluk’ dolu düşünceler uçuşuyor, günahlarımdan kaçarken, mezar taşlarına çarparak etrafta dağılıyor. Her devrin tanığı olan servi ağaçlarına bakıyor; suçluluk duyuyor, ‘dönüşüm’ kelimesinden soğuyorum. Kutsal dokuda yarık açmanın, gediklerden toprağa eğlence saçmanın, modern zaman saçmalıklarının, ‘insani sorumsuzluğun’ sorumlusuymuşum gibi pişman oluyorum. Yeşillikler içinde ve mezarlar arasında, tarihin başını kaldırdığı şu yokuş, sonunda berâtın verileceği; ‘çile yolu’ da sayılabilir belki… Zira; sona vardığında, ebediyete çıkıyor gibi yol; insan eliyle, edepsizleştirilmeye çalışılsa da devamı… Bu dünyadan ayrı, mahfuz bir “öteki” âlem; şu Eyüp sırtları… Ve akşam ezanı kaplıyor gökyüzünü… Minarelerden yükselen kudretli ses bulutlardan yağmur gibi dökülüyor yeryüzüne, mezardakilerin üzerine… Minarelerdeki âlemler, boyun büküyor yine… Birileri ‘vakit çizelgesi’ olarak görse de, kabir ahâlisi için ‘uyanış vakti’ ezan… Gönülden taşan ilahi sesler, yine gönüllere dokunur, ruhu olanlara ulaşır. Duymak ile “hissetmek” farklı şeyler elbette… Günün dördüncü devri, güneşin iktidarını bıraktığı vakitlerde ben; aradığım eşiğe varıyorum. Dünyalık gürültü ve kalabalıkları, merdivenlerden aşağıda bırakıyor, yukarı çıkıyorum; isyanlarım ayaklarıma dolanıyor. Dikkatli ve ölçülü basamakları adımlıyorum. Sonra çekingen ve hatta biraz da ürkek, eli titreyen, ayakları dermansız bir ihtiyar gibi birkaç adım atıyor, yürüyor, sade yapılı çeşmeye varıyorum. Burası; sanki huzura çıkmadan önce dünyaya ait kirleri dökmek, el ve yüzü temizlemek, zahirî ve batınî bütün lekeleri son noktada bırakmak üzere düşünülmüş gibi… Öyle zannediyorum; abdestteki keramet de bu olmalı… Demir kapıdan bir ölü gibi içeri sokuluyorum. Parke taşlardan başka bir yere bakamıyor; biraz ilerideki misafir koltuklarına ‘oturmak’ ile “ilişmek” arasında duruyorum. Yaslanmak ne mümkün… Bacaklar birbirine geçmiş gibi adeta; ayaklar çift değil, tek vücut olmuş sanki. Eller, dizler üzerinde… Yokluğun bıraktığı gözyaşı, bardak bardak kucağımda… Yol boyu sanki bana eşlik eden güvercinler, kendilerine bir dal seçmiş, ötüyor mu ağlıyor mu, belirsiz… Onlar da garip kalmış sanki… Elleri semaya açarak, dildeki duaları mırıl mırıl sahibine ulaştırmaya çalışırken; ‘gönül rahatsızlığı’ içinde geldiğim bu kapıda, şimdi kalbime kar yağıyor, temizleniyor ve “huzur” doluyorum. Herkesin rehabilitasyon yöntemi farklı olabilir. Yoga, meditasyon, feng shui, reiki, ayurveda ile kendisini terapi eder birileri, kimi de müzik ve doğa ile ruhuna masaj yapar. Muhabbete kavuşmuş olanlar, ancak Allah’a el açarak, ferah bulur.
Benim içe dönüş yöntemim de, mezarlıklardır. Dünyanın hiçliğini anlamak, gidenlere dokunmak, özlediklerime sığınmak, ruhumu besliyor.
Samuel Beckett’in dediği gibi “Siz ferahlamak için parklara, bahçelere gidin, mezarlıklar bana yeter.”