Roman Bath’da bir münevver

Abone Ol

İngiltere (2)

Ertesi akşam pansiyona döndüğümde işletmeci hanımın beni beklediğini gördüm. Selâm verdim. Gülerek “Profesör sana selâm söyledi” dedi. Sonra profesörün beni çok sevdiğini, bir akşam yemeğe beklediğini söyledi. Ben de “Bir gün gelirim” dedim. Öylesine söylüyor diye geçiştirmek istedim ancak ısrar edince kabul ettim. Dersten sonra geleceğimi söyleyerek evlerinin tarifini aldım.

Ders bitince elim boş gitmeyeyim diye çarşıdan bir hediye almak istedim. Çarşıda hediyelik eşya satan çok yer var; ancak Türkiye’ye ait bir hediye bulayım diye epeyce gezdim. İyi olacak hastanın ayağına doktor gelir misali, bir dükkânın vitrininde Türk lokumu ve Malatya kayısısı gördüm. İçeri girip bir iki paket lokum aldım. Tarif edildiği gibi Avon Nehri’nin kenarından yürüyerek bir iki yardım talebinden sonra belirtilen adrese vardım. Kapıyı genç bir kız açtı ve beni buyur etti. Annesiyle de selâmlaştıktan sonra profesörün benim için özel yemek yapmak üzere mutfakta olduğunu söylediler. Hoca benim Müslüman olduğumu ve et yemediğimi öğrendiği için sebzeli bir yemek yaptığını söyledi. Yemek pişinceye kadar akşam güneşi batmadan şehrin görmediğim açılardan fotoğraflarını çekmek için yola çıktık. Hoca içinde fotoğraf makinesi ve farklı objektiflerin olduğu bir çantayı arka koltuğa yerleştirdi. Adam tam bir profesyonel fotoğrafçı gibi. Şehri farklı açılardan gören tepelerden çekimler yaptık. Sonra tarihî bir mezarlıkta çekim yapmak istediğimi söyleyince tarihî mezar taşlarıyla dolu bir mezarlığa gittik. Birkaç fotoğraf çektikten sonra gözüm hocayı aradı; ortalıkta gözükmüyordu. Sonra bir mezar taşının arkasında uzanmış açı ararken buldum. Çok şaşırdığımı söyleyince “Boşver, profesörlük geride kaldı” dedi. Hocanın bu mütevazı hali beni epeyce etkiledi.

Mezarlığın yakınlarında tarihî binalar bulunuyor. Bu binalarda Harry Potter filminin çekildiğini anlattı. Eve dönmeden önce farklı bitkilerin olduğu bir bahçeye gittik. Burası hocanın çalışma atölyesi idi. Yani bahçe atölye. Sonra eve döndük, yemekte uzun uzun sohbet ettik. Kültürden, sanattan, dinden konuştuk. Bir kaç defa işittiği ezan sesinden çok etkilendiğini ve bir iki defa da Kur’an dinlediğini söyledi. Türkiye’ye dönünce içinde tasavvuf müziği ve Kur’an ve ezan olan CD’ler gönderdim.

OXFORD

Kursta arkadaşlar da edindim dünyanın birçok yöresinden. İtalyan, İspanyol arkadaşların önerisiyle Oxford’a ve Londra’ya günübirlik turlar yaptık. Bu yolculukları trenle gerçekleştirdik. Sabah erkenden Bath istasyonundan trene bindik, yanlış hatırlamıyorsam bir saatlik yolculuktan sonra tren değiştirerek Oxford’a vardık. Zamanımızın kısıtlı olduğunu bildiğimiz için şehri en iyi tanımanın yolu şehir turu yapan arabalardan geçiyor. Burası bir üniversite şehri; her yerde fakülte binaları var. Ana caddede yürüyoruz. Gözüme bir seyyar satıcı tezgâhındaki bizim incik boncuklar ilişiyor. Başında genç bir hanım oturuyor. Selâm veriyorum ve nereli olduğunu soruyorum. İstanbullu olduğunu ifade ediyor. Bazı tarihî mekânları geziyoruz. Sonra tekrar trenle Bath’a dönüyoruz.

LONDRA

Bir başka gün Londra’ya gitmek üzere trene biniyoruz. Birkaç küçük şehri geçtikten sonra Londra tren istasyonunda iniyoruz. Çok kalabalık, her renkten ve ırktan insan var istasyonda. Üstü açık şehir turu yapan arabalardan birisine binerek Londra’yı kuşbakışı tanımaya çalışıyoruz. Bu gezi arabalarının güzelliği gün içinde aynı biletle inip binme imkânının olması.

Otobüsten Buckingham Sarayı’nı gezmek için iniyoruz. Sarayın önünde uzun bir kuyruk var. Ancak karnımız da aç. Kuyrukta beklerken ayaküstü bir şeyler yiyoruz. Sarayın içi de kalabalık; dağıtılan kulaklıklarla her bölümü detaylı bir şekilde anlatılmaya çalışılıyor. İngiliz kraliyet ailesinin yaşama biçimini görmek açısından iyi bir fırsat.

Kırmızı telefon kulübelerinin bulunduğu, tarihî binalarla çevrili caddelerde biraz yürüdükten sonra Londra’nın ortasından geçen Thames Nehri’nde tekne gezisine çıkıyoruz. Gezi ünlü saat kulesi Big Ben’in yanında bulunan Westminster Sarayı’nın önündeki iskelelerden başlıyor. Burada da kalabalık bir turist topluluğu üstü açık büyük teknelere doluşuyor. Ne kadar anlaşılıyor, bilmiyorum, ama rehber yüksek sesle Londra’yı nehrin kenarında bulunan tarihî mekânları tanıtmaya çalışıyor. Bing Ben’den başlıyor. Buranın önemi dünyadaki bütün saatlerin ayarlama merkezi olması. Nehrin kenarında sağlam ayakta duran küçük bir kale ve onunla bitişik Kule Köprü görülmeye değer. Yağmurlu ve rüzgârlı bir havada bu köprüden geçtik.

LONDRA KİTAP FUARI

Daha sonraki yıllarda Londra’ya iki defa daha gitme imkânım oldu. Kitap Fuarı nedeniyle bahar aylarının başında kiraz ağaçlarının çiçek açtığı zamanlarda gittik. Fuarın hazırlık aşamasında fuar ve British Council yetkilileriyle beraber kalabalık bir heyetle Ticaret Odasını ziyaret ettiler. Bizimde fuara katılmamızı istiyorlar. Ben de “Katılalım, ama acaba Türk eserleri yeterince İngilizceye çevrilebildi mi? Biz İngiliz edebiyatının bütün kahramanlarını ezberledik. Siz bizim edebiyatımıza yeterli ilgiyi göstermediniz” diye ilâve ettim. Gene de bu fuarların bir fırsat olacağını düşündüğümü belirterek katılım için kuruldan destek isteyeceğimi belirttim. Sonra fuara katıldık. Fuar yetkilileri bize büyük ilgi gösterdiler. 2013 yılında Londra Kitap Fuarı’nda Türkiye konuk ülke oldu. Fuar telif ağırlıklı, çok sayıda ülkenin de standları var. En çok dikkatimi çeken standlar Çin ve Rusya’nın; standları fazla büyük. Üstelik bu iki ülkenin alfabesi de farklı, çok az sayıda İngilizceye çevrilmiş eser olmasına rağmen kendi dillerinde eserleri de sergiliyorlar. Türk Büyükelçilik yetkilileri de fuarla yakından ilgileniyorlar.

Londra Avrupa’nın en eski ve en büyük kentlerinden birisi. Yaklaşık 8 milyon insanın yaşadığı bu tarihî şehir aynı zamanda dünyanın finans ve iş merkezi. Şehrin en yüksek binalarından birisi olan otelin penceresinden baktığımda tarihî dokuyu daha iyi hissettim. En önemli dikkat çeken unsur da bu tarihî dokunun yeni mimariyle uyumlu olması. Tabii binaların bakımlı ve temiz olmasını da yabana atmayalım.

Otelin karşısında kocaman yeşil bir alan var. Burası meşhur Hyde Park. Parkta bahar havası ayrı bir atmosfer oluşturuyor. Çok sayıda insan parkta yürüyerek bahar güneşinin tadını çıkarıyor. Çiçek açmış ağaçlar da buraya ayrı bir güzellik katıyor. Burası bana bir yayla havası duygusu verdi. Parkın girişinde çeşitli savaşlarda kahramanlık göstermiş askerlerin heykelleri bulunuyor. Parka tak şeklinde bir kapıdan giriliyor.

Londra’ya gidip de British Museum’u görmemek büyük bir eksiklik olur. Üstelik müzeyi gezmek ücretsiz. Müzede tarihin derinliklerinde yolculuk yapıyorsunuz. Sırt üstü yatan bozulmamış cesedin Firavun’a ait olduğunu okuyunca içimden “Ya Rabbi nelere kadirsin!” diye geçirdim. Günümüz firavunları için bir ibret vesikası. Burada bütün medeniyetlere ait izleri görmek mümkün. Gezimizin sonuna doğru kulaklarımızı tırmalayan bir alarm sesiyle irkiliyoruz. Sonra görevlilerin uyarısıyla hızlı bir şekilde müzeyi boşaltıyoruz.

Bir başka tarih hazinesi de Tarih ve Tabiat Müzesi. Burası da yeryüzünde yaşayan canlı türlerini tanımak için iyi bir fırsat. Sergileme ortamları da güzel. Benzer müzeler Washington’da var. Buraları sadece müze değil, aynı zamanda bir bilim merkezi gibi.

Alışveriş yapmak maksadıyla Londra’nın önemli merkezlerinden Oxford caddesine gidiyoruz. Cadde çok uzun ve çok sayıda mağaza müşterilere hizmet sunuyor. Buradaki fiyatlar bana pahalı geldi. Gene de indirimli alınabilecek bir şeyler bulmak mümkün. Londra’da tarihi eşyalara ulaşmanın yolu bit pazarından geçiyor. Pazarda hem sabit dükkanlarda hem de sergi halinde resimden ev eşyalarına kadar her şeyi bulabilirsiniz. Sadece satın almak maksadıyla değil İngilizleri ve Londra’yı yakından tanımak için bit pazarı büyük fırsatlar sunuyor.

Londra’da 40 bin civarında Türk yaşıyor. Özellikle kuzey bölgelerdeki mahallelerde Türkiye havası esiyor. Aziziye ve Süleymaniye Camileri bu durumu pekiştiriyor. Merkezde de Londra Merkez Camii bulunuyor. Orada da ibadet etme imkânı buldum. Türk yemekleri yapan kaliteli lokantalar da var. Bunlardan bir tanesi Sofra. Gerçekten güzel yemekler yapıyorlar. Patron Hüseyin Bey “Beğenmeyenin yemeğini ben yerim” diyor. Şehrin merkezinde çok şık dekore edilmiş Kahve Dünyası kahvesinde mola verip yorgunluk kahvesi içtik.

Londra görülmeye değer bir şehir. Alınacak çok ders, öğrenilecek çok şey var.