Reyhanlı’da bir rüya

Abone Ol

Yine bir gece ansızın yollara düştüm. Birçoğumuzun gittiği ve her zaman gitmek isteyeceği bir şehre geldim.

Ramazan ayı bitmek üzere…

Kadir Gecesi geride kaldı.

İlk orucunu tutan çocuklar artık oruca daha bir alışmış, biraz daha büyümüşler.

Sıcaklar gittikçe artıyor.

Birçok insan tatil hayali kuruyor.

Ülkenin kader seçimine günler kalmış. (Bazen tam burada durup ben de afili yazılar yazmak istiyorum. Haklılardan, haksızlardan, çalışanlardan ve çalmak için pusuda bekleyenlerden, her şeyi bilenlerden ve hiçbir şeyden haberi olmayanlardan, emek verenlerden ve yemek için kepçesini hazırlayanlardan bahsetmek istiyorum. Şunlar doğru, bunlar yanlış demek… Hayır, istemiyorum. Gözü olana gün ışımıştır! Çalışan, hayrın peşinde koşan, halk ve Hak diyen, hesabının her iki dünyada da sorulacağının bilincinde olarak çaba sarf edenlerin ve yetimin hakkını gözetenlerin yanında olacağım. Tutup okuyucuma, şunlar doğru, bunlar yanlış, deme hakkım yok. Kibrin ve yalanın yuva yaptığı yerlerden cümle dostları Mevlam korusun, deyip keseyim bu bahsi.)

Ömür defterinden yapraklar bir bir dökülüyor.

Reyhanlı caddelerinde gençler motosikletlere deliler gibi biniyorlar. (Deliler motorsiklete binmezler Zeki!)

Geçen ay motosiklete binen gençlerden ikisi aşırı hız yapıp şehrin içindeki reklam panolarına çarparak vefat etmişler.

Reyhanlı’ya yarım saat uzaklıktaki Antakya'da bir sessizlik var iftar saatinde. Derin bir sessizlik, yoğun bir sessizlik, insanın içini sızlatan bir sessizlik…

Az beride, Kırıkhan'da bir parkın içerisinde kendinizi bir distopya filminde zannediyorsunuz. Parkın içerisinde çocuk oyun alanları, dinozor heykelleri, insan heykelleri, spor alanları, güzelim ağaçlar, yürüyüş yolları ve çadırlar var. İçlerinde insanların olduğu 300 civarında çadır var. Çadırlardan birinin üzerinde “Bayan Kuaförü" yazısını gördüm. Sprey boya ile yazılmış... İçime bir sıcaklık verdi. Her zaman güzel olanların daha bir güzel olmak isteği ve yaşama tutunmanın muhteşem kadın dili… Kentin içerisinde birçok bina boşaltılmış, ağır hasarlı binalar yıkılmaya başlanmış, enkazın büyük kısmı kaldırılmış ve sokak aralarında seyyar tezgâhlarda sebze satanlar, sağlam binaların alt katlarında açık kahve dükkânları, çayhaneler, tüm masaları açık olmasa da bazı lokantalar ve çocuklar… Enkazın üzerinde dolaşan çocuklar. Gecenin bir yarısı tuvaleti gelen o çocuğun, parkın içerisindeki çadırında uyanıp, yarı uykulu dışarıdaki ortak tuvalete giderken bir dinozor silüeti görmesi… Depremin verdiği korkudan fazla değildir sanırım.

Ülkemin birçok şehrinde olduğu gibi iftara doğru sokaklardan çekilen insanlar ve duru bir sessizlik.

Birden bir çadır kente uğruyoruz. İftarlıklar dağıtılmaya başlamış aşevinden. Şaşkın bakıyorum... Bir de ne göreyim: Çocuk iftarlıkları dağıtıyorlar. Şen, neşeli gülüşleriyle çocuklar gülerek, kahkaha atarak, birbirlerinin sıralarını kapmaya çalışarak, oynayarak bekliyorlar dağıtımı. Bir parça neşe, dudağımın kenarında bir gülümseme, iftara yetişmek için beni bekleyen araca doğru çocuk gibi koşuyorum...

Depremden sonrası, bir yere koşsan da yetişemeyeceğini bilmekmiş. Ne kadar çabalarsan çabala, o depremi de o depremin enkazı altında kalanları da geri getirememekmiş. Ev… Ev denilen yere bir daha dönememek, o ev yapılsa bile artık eski ev olamayacağını bilmek, demekmiş. Sert bir yenilenme, sanki düşük yaparak doğum yapma gibiymiş. Hayat gibi, ölüm gibi aniden olan deprem; aniden oyunun dışında kalmak… Hani yağmur, kar yağınca, canın yanınca evine sığınırsın ya… Ya evin yıkılmışsa bu dünyada nereye sığınırsın? Rüyalarına sığınmış gibi insanlar gördüm sokaklarında. Sanki rüyalarına kaçmış gibiydiler. Sanki biz yoktuk. Sanki o kadar abarttığımız rutin yoktu onlar için. Süslemeden, abartmadan, kurmadan, kırıp dökmeden burayı yazmak… Rüyanın içinde yürür gibiyim. Sanki bir kâbusun hoyrat ellerinden bir rüyanın nahif ellerine doğru yuvarlanıyorum her milletten öğrencinin olduğu bir yemekhaneye doğru yürürken. Kapıdan içeri girerken iki kız çocuğunun bir kediyle oynadığını görüyorum. Kimi masalarda daha bir iki yaşlarında bebekler görüyorum. Yanımızdaki masada bir Kazak öğrenci Somalili ve Sudanlı öğrencilerle Türkçe konuşuyor. Tam bir Türk delikanlı gibi, “Adam ol aslanım!” diyor, Somalili arkadaşına… Evet, Reyhanlı Eğitim Köyündeki Uluslararası Lise’nin öğrencileri onlar. Benim rüyam değil bu; hayatın içinde hep rüyalara uyandığım için yakamı bırakmıyor bu distopya.

Birazdan Yetim Vakfı’nın düzenlemiş olduğu programa katılacağız. Binden fazla yetime bayramlık alınacak, o çocuklara bayramlık verilecek ve akşam iftar yapacağız. Sizlerin bir öğlen yemeği parası, bu çocukların hiç olmazsa bir bayram yalnız olmadıklarını hissetmeleri için yetiyor da artıyor bile.

Yabancı bir ülkedeymişim gibi yürüyorum iftardan sahura deprem görmüş bir şehirde. Bir yanımda yetimler, bir yanımda depremzedeler, bir yanımda çadırda kalan, gece yatağını ıslatan bir çocuk… Yürümüyorum. Duruyorum. Bakıyorum, ülkemin tam dibinde, insanların gerisinde, acının dibinde ferah bir şey arıyorum… İftardan sonra, çay içerken Abdulaziz geliyor. Tanışmıyoruz ama öyle bir gelip sarılıyor ki, birden adam, birden insan, birden baba, birden bir şey oluveriyorum. Kıvırcık saçıyla, masum bir dev gibi boyuyla, altı gün çalışmış buralarda, daha dokuzuncu sınıf öğrencisi, çadır kentlerde çocukların maskotu olmuş o muhteşem komik güzel saçıyla… Abdulaziz gelmeseydi kâbustan çıkıp rüyaya varamazdım.

Birileri size sarıldığında, bir kere daha var olursunuz. Bir daha doğarsınız. Şifa bulursunuz. Sarılmak, sarıldığınızı görmektir, bilmektir, sevmektir, onu bir daha salmaktır hayata. Burada, deprem görmüş şehirde, yetimlerin yanında bir yerde taşa değil, oduna değil, paraya değil, arzulara değil; aşka, insana, hayata, sevgiye, gerçekten daha uzun ömürlü bir rüyaya sarılıyorum şimdi… Sahi, rüyanızı/hakikatinizi yaşayacağınız seçime kaç gün kaldı?