Reis

Abone Ol

Birkaç defa doğrudan seyrettim onu sahnede. Ekranlarda ise yüzlerce kez. Kendinden emin yürür sahneye. Söyleyeceklerine hazırlanmış olur genellikle. Profesyoneldir. Önüne konulan metinden sıkça saparsa da söyledikleri tumturaklıdır. Sakince söyler söylediklerini. Öfkelenir, merhametini de dillendirir. Hafifçe eğilir kürsüye. Kendi üslubunca, bazı sessiz harflerin üstüne basarak, bazı seslileri de uzatır. Ama bu defa farklı…  Çok acemiymiş gibiydi. Heyecandan hafifçe salınıyordu.

TRT’nin Kur’ân Okuma Yarışması’nın Külliye’deki finalinde gördüğüm Recep Tayyip Erdoğan’dan söz ediyorum. Her ne kadar Mustafa Cihat, “Sayın Cumhurbaşkanı…” diye sahneye arz etse de, sahneye yüreği kıpır kıpır bir “insan” çıktı o an. Makamını mevkiini unutmuş bir ‘insan’dı oradaki.

Mutad kısa konuşmasını yaptı. Ardından, yarışmada dereceye giren hafızlara Karahisarî hattıyla yazılmış Kur’ân’ı hediye etmeye geçti. Mushaf ağır ve büyük ebatta! Ancak üç kişi tutuyor elinde. Onca telaşın içinde Recep Tayyip Erdoğan, Mushaf’ın içini göstermek istedi. Kendi elleriyle tarttığı Mushaf’ın birkaç sayfasını araladı; misafirlere gösterdi. Kamera tam o sırada yakın çekime geçti, yüzüne odaklandı.

Videoyu durdurup bir daha, bir daha baktım o andaki yüzüne… Gözler misafirlerin üzerinde ama hafif bir açıyla yere bakıyor. Misafirlerin gözünde kendi sevincine mukabele edecek bir sevinç arıyor gibi. Ödevini öğretmene gösteren ilkokul öğrencisi sanki. Dudaklar hafif aralık. Konuşmuyor. Bedeli ödenmiş bir zaferin tadını sessizliğin avuçlarına usulca bırakıyor.

Gözlerinin içinden yanaklara taşan derin bir tebessüm taşıyor. Çok ötelerden geldiği aşikâr, saf bir memnuniyet edasıyla bakıyor. Hani namazı ömrünün sonlarında keşfetmiş bir tövbekârın uzunca bir namazın son selamından sonraki yüzü vardır ya! Hani Arafat’ta çileli vakfe sonrası kucaklaşan hacıların gözlerinden taşan çok nemli çok terli bir bakış vardır ya! İşte öyle bir şey…

Hayır; konumuz Cumhurbaşkanı değil. Siyasi bir yazı yazıyor değilim. Bir ‘insan’dan söz ediyorum. İçindeki sevinci çocuklar gibi paylaşabilen bir insandan. Bayramda yastığının altında ‘yeni’ler bulan bir çocuksu sevinci en son yaşayandan. Hasbelkader “Sayın Cumhurbaşkanı”na denk geldi bu…

Kur’ân sevinci bu.  Kur’ân’ın her şeye rağmen hayata dokunuşundan memnuniyetin sevinci. İşi FETÖ parantezine almaya kalkacak kadar insafsızlaşan, zangoç başlığı altına koyacak kadar kabalaşan çekemezliklerin uzağında duru bir sevinç pınarı. Ümmilerin kalbine bir türlü girememiş ilahiyat şablonunu parçalayan, milletin gönlüne eğilemeyen yüksek perdeden akademik kaygıları susturan, hesapsız bir coşku bu… Kabalığın ve vahşetin kol gezdiği, sığlığın ve yavanlığın yol kestiği bir zaman diliminde, unutulmuş dere yatağı gibi akan saf huzurun, samimi sevincin, tartışmasız zaferin tablosu…

Şu an bu tabloyu kimin yüzünde okuduğumun pek önemi yok… O tabloda, özlediğim, hasretini çektiğim, hesabî siyasetçiler yüzünden ümit kestiğim şeyi buldum. Apaçık samimiyeti gördüm. İster assınlar, ister kessinler, içimi döktüm. Hatırına çoluk çocuk meydanlara koştuğumuz adamın, mahcubiyetinden çağırmadığı o yere, o mahcup sevincin gül rengine koşuyorum işte.

Bir de not:

Kimden okudum bilmiyorum ama hep hatırımda o söz: “İnsanın en son kaybedeceği şey samimiyetidir.” Zira, samimiyetini kaybedenin kazanacağı hiçbir şey kendisine kâr etmez, kalbine yar olamaz. Samimiyetini kaybetmeyen ise nereye nasıl düşerse düşsün, ayağa kalkar; ayağa kaldırır onu Sahibi. Elinden tutar da tutar! Ne yazık ki bazıları ‘son’ kaybedeceğini en baştan kaybediyor. Âh, onlar, kaybettiğini kayıp bilmeyen talihsizler, kayıplarını aramayı bile bilemezler…