Dünyamızın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tanıdığı üç tür devlet modeli vardır: Tamdemokratik devlet, generaller devleti ve üçüncüsü de çoğu kez askeriyenin üretmiş olduğu ya da askerî dönemin ardından ortaya çıkan popülist devlet. Bunun sebebi, popülist devletin, halkın büyük çoğunluğunun önceki dönemin arkasına sığınma düşüncesini terk etmesini sağlayan popülist bir ilişkiye ihtiyaç duymasıdır. Bu yüzden, popülist yaklaşımı benimseyen askerî ya da onun ardından gelen sivil devlet, ordu ya da onlardan öncekiler tarafından üretilen kültürel miras nedeniyle tam demokratik bir devlet olamaz. Çünkü bu kültür kahramanlık, zafer, etnik, ulusal veya dinî üstünlük kavramları üzerine kuruludur. Bu nedenle sivil popülist devlet -özellikle de hükümeti askeriyeden devraldığında- ağır bir kültürel miras yüklenerek yolculuğuna başlamaktadır. Bu kültürel mirasta o askerî dönemi de doğuran, (özgün hiçbir üretimin olmadığı donuk, durgun ve) “etkisiz devlet” modeli vardır, iktidar krallık modelinde olduğu gibi el değiştire gelmiştir, çağa ayak uydurmak için gerekli yaratıcı yetenekler yitirilmiştir ve nihayetinde asker eliyle sonlandırılmıştır. Aynen geçen yüzyılın ortasında Mısır ve Irak’ta olduğu gibi.
Bu aşamada yeni popülist devlet, ilerlemiş olduğu hususunda insanların zihninde büyük bir yanılsama oluşturabilen, bazı endüstri alanlarında kısmi ilerlemeyi de başarabilen, ancak en küçük politik ya da ekonomik etkiler karşısında hızla gerileyen bir yapıya sahip olur. Bunun sebebi yönetici seçkinlerin gerçek bir siyasi deneyime sahip olmadan kendilerini iktidarda bulmasıdır. Nitekim belirli bir belediyenin başkanlığında başarılı olmak merkezî yönetime ehil sayılmak için yeterli görülmektedir. Oysa yerel yönetimde başarılı olmak merkezî yönetimde başarılı olmayı garanti etmez. Aynen Tahran’da olduğu gibi. İran’da belediye yönetiminde başarılı olan bir başkan cumhurbaşkanı seçildiğinde ülkesini siyasi krizlere, toplumunu da bölünmenin eşiğine sürüklemiştir.
Popülist devlet tam anlamıyla bir demokrasi kuramaz, çünkü iki baskı arasında ezilip kalır. Birincisi; üzerinde yükseldiği güvenlik kaygısı olup güvenlik önceliklerinin yeniden yapılandırılmasını öncelikli görev addeder. Bu politika sermayenin ve yenilikçi beyinlerin yurtdışına kaçmasına neden olur; tıpkı geçen yüzyılda İran’ın yanı sıra Mısır ve Irak’ta gerçekleşen deneyimlerde olduğu gibi. Çünkü popülistler, varoluşlarının geçici olduğu ve muhalifleri ortadan kaldırarak bu varoluşu uzatmaya çalışmak gerektiğine dair ortak bir inanca sahiptirler. Sadece bu teori bile tek başına sermayeyi ülkeden kaçırmaya yeter, zira sermaye de yenilikçilik de istikrarın dostudurlar.
İkincisi; vatandaşa -tam bir demokrasi fikrini yerle bir eden ve onu zihinlerden silen- sahte bir farklı/üstün olma hissi veren milliyet duygusudur. Çünkü demokrasi eşitlik anlamına gelmekte olup ulusal, etnik ve dinî dosyaların kapanmasını ifade eder. Dolayısıyla ne kadar denerse denesin popülist bir devlette demokrasi gerçekleşmez. En fazla şu olur; popülist devlet bir bireyin, partinin ya da kraliyet temsilcisinin etrafında dönen nakıs bir demokrasinin yörüngesinde kalmaya devam eder. Çünkü Doğu kültürü, ortaklığın güzelliklerini ve farklılığın ruhunu anlama yetisini yitirmiştir.
Doğudaki popülist hükümetlerin aksine, Batı’daki popülist hükümetler, Anayasa’nın sınırlarını ve insanların haklarını koruyan tam bir demokrasinin varlığından dolayı modern devlette ölme eğilimindedir. Bu yüzden Batı’daki popülizm olgusu etkisi sınırlı ve kısa ömürlü kalmaya mahkumdur. Doğu’daki popülizm ise, krizlerinde boğulan devletimsi yapıları tekrar tekrar üretmeye devam etmektedir…
Çeviri: Fethi Güngör