Peygamberler, yeryüzünde iki hukûku birden te’sîs etmek için irsâl olunmuşlardır: Biri, hukûkullah; diğeri de hukuku’l-ibâddır. Yani peygamberler, sadece köşede bayırda namaz kılmak için gönderilmemiştir. Belki hukûkullah ve hukuku’l-ibâdı bütün dünyada hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. Demek Peygamberlerin en birinci vazifesi, ahkâm-ı İlâhiyeyi icrâ ve tatbîk etmektir. Cenab-ı Hak, peygamberlerin bu vazifesini âyet-i kerîmesiyle şöyle beyan buyurmaktadır:
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Aralarında ihtilâf yoktu. Hak üzere müttefik bulunuyorlardı. Sonra ihtilâfa düştüler, haktan ayrıldılar. Allahu Teâla da onları irşâd için, îmân ve itaat sâhiblerini dünyevî ve uhrevî saadetle tebşîr edici, küfür ve isyan sâhiblerini de dünyevî ve uhrevî azab ile inzâr edici peygamberler gönderdi. Ve o peygamberler ile beraber hak ve hakîkatı beyân eden kitab indirdi ki; Allah (cc) veya gönderilen peygamber veya o kitab, ihtilaf ettikleri hususlarda insanlar arasında hükmetsin.”[1]
İlk insan olan Hazret-i Adem’in (as), peygamber olarak seçilmesi, yeryüzünün halîfesi kılınması ve yeryüzünde ahkâm-ı İlâhiyeyi icrâ ve tatbîk etmekle mükellef tutulması, gayet manidardır. Ulûhiyetin, risâletsiz olamayacağının delîlidir. Şu âyet-i kerîme, başta Hazret-i Adem (as) olmak üzere nev-i insanın yeryüzünde ahkâm-ı İlâhiyeyi icrâ ve tatbîk etmekle mükellef olduğunu şöyle ifade etmektedir:
“Resulüm! Yâdet o zamanı ki; Rabbin meleklere hitâben, ‘Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım’ diye buyurdu.”[2]
Keza, bütün cin ve inse meb’ûs olan Ahirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed (asm) da şu âyet-i kerîmenin sarâhatiyle insanlar arasında ayn-ı hak ve adâlet olan ahkam-ı İlâhiyeyi icrâ ve tatbîk etmekle mükellef tutulmuştur. Şöyle ki:
“Resûlüm! (Şübhesiz biz sana kitabı) Kur’ân-ı Kerim’i (hak olarak) bütün açıklamaları adalete, hak ve hikmete uygun bulunarak (indirdik ki; insanlar arasında) meydana gelen davalarda, anlaşmazlıklarda (Cenab-ı Hak’kın sana) gösterdiği (bildirdiği) vahyeylediği (şekilde hükmedesin,) hükmü açık olan o kitabın hükümlerine muhalefette bulunmayasın”[3]
Demek peygamberlerin gönderilişinin en mühim sebebi, yeryüzünde ahkâm-ı İlâhiyeyi icrâ ve tatbik etmektir. Böylece tekvînî olarak bütün mevcûdât Allah’a ibadet ettikleri gibi; teklîfen dahi cin ve insi ibadete sevk etmektir.
Bu kâinatın sâhib ve mâliki tekvînen ve teklîfen her şeyi emrine musahhar kılmıştır. Nasıl ki; Cenab-ı Hak, kâinatta tekvîni olarak her şeyi bir emîre bağlamış ve her şey kendi emîrinin emriyle hareket eder. Mesela; arıların ana emîri, ya’subdur. Karıncaların da bir ana emîri vardır. Onlar, emîrsiz hareket etmezler. Seyyârâtı da bir emîre bağlamış ki; o da Güneş’tir. Keza göçmen kuşlar, başlarındaki emîrlerinin emriyle hareket ederek aynı anda bir emirle geliyorlar ve bir emirle gidiyorlar. Yani uçarken hep başlarındaki emîri dinliyorlar ve onsuz uçmuyorlar. Kuşların, karıncaların, arıların, seyyârâtın nizamını tekvîni kanunla bir emîre bağlayan Allah (cc), elbette insanı başıboş bırakmayacak ve insanın ef’âl, akvâl ve ahvâlini teklîfî olarak tanzîm eden ahkâm-ı İlâhiyeyi teblîğ ve tatbîk edecek peygamberleri gönderecektir.
Evet, tekvîni olarak zerreden Arş’a kadar her bir mevcudu bir kânûna bağlayan ve o kânûna göre idâre eden ve her bir nev’e bir emîr tayin eden bir Zat-ı Zülcelâl, hiç mümkün müdür ki; kâinatın hülâsası ve eşref-i mahlûkât olan insanı başıboş bıraksın ve teklîfi olarak onu mes’ûl tutmasın. Elbette tekvîni olarak arıları ya’subsuz, karıncayı emirsiz bırakmayan bir kudret-i ezeliye, insanı da teklîfi olarak peygambersiz ve kitapsız bırakmayacaktır.
[1] Bakara , 2:213.
[2] Bakara, 2: 30.
[3] Nisa, 4:105.