Tek başına susan birini görmek bizi şaşırtmaz değil mi? Hatta dikkatimizi dahi çekmez. Fakat kendi kendine konuşan birini görsek yaftalamak işten (bile) değildir.
Demek ki, susmanın normalliğini yalnızlık, konuşmanın normalliğini ise en az bir kişinin varlığıyla ölçümlendiriyor genel kabullerimiz…
Yahut konuşma eylemi, zahiri değerlendirmelerde en az bir muhatapla daha anlamlı bulunuyor.
Tabii, konuşmanın niteliği ve niceliği “anlatılan-anlaşılan-anlam” üçlüsü ile bir sacayağı kurmuyorsa, yere dökülen, yele giden, sele kapılan kelimeler hengamesinden başka bir netice alınamıyor.
Efendim, çünkü konuşmak evvel emirde bir varoluş menkıbesidir. Sonra, ifade edilmek istenen ister süfli ister muteber olsun konuşmak bir ihtiyaçtır. İşte bizi kuşatan gürültü, konuşmaların süfli olanından mülhemdir.
Konuşmak üzerine L. Annaeus Seneca’nın “Konuşma insanın aklını diliyle kullanma sanatıdır, konuşma aklın fihristidir.” İfadesi beşeri ilişkilerin vazgeçilmez ihtiyacı konuşmaya dair kayda değer bir tanımdır. Ancak, “Akletmez misiniz?” sorusundan daha sarsıcı bir tanım değil elbette.
Evet, “akıl”dan söz ediliyorsa düşünüyoruz demektir!
Düşünce, kendiliğinden var olan ve rastgele gerçekleştirilen bir kavram/eylem değildir… Her düşünce belli olgu ve kuramlar kurgusundan oluşmuş bir zemin üzerinden neşet eder. Yani üzerinde düşünülecek bir olgu ve/veya olgusal ilişkiler olmalı. O olgu zihinde kavram sistematiğini harekete geçirmeli ve dil ile ifadeye dönüşmeli ki düşünce pratiği gerçekleşebilsin.
Aksi durumda olayların duygusal yorumlarıyla meşguliyetten öte geçemeyiz. Olgu ile olay arasındaki farkı gözetmediğimiz müddetçe kesilir kalbimizin takati, aklımızın dermanı ve meşakkate davetiye çıkarır mecalsizliğimiz!
Bir dile muhtaç olan düşünce, bildiğimiz lisan cinsi bir ifade ile gerçekleşebildiği gibi mantıksal formüllerden oluşmuş yapay dil tabir edilen bir sistematik ile de ifade bulabilir.
Yani sadece kulaklarımızla gürültü yığınları oluşturmuyoruz kalbimizin kuytularında, gözlerimizle de su taşıyoruz zihnimizin kör kuyularına.
Rabbimizin bahşettiği, akıl, düşünme melekesi, dil ve ifade yetilerimizin müsrifi oldukça sessiz sedasız işgal edilecek geleceğimiz.
Biz, bir nimet olan sesin, sözün etrafımızdaki tavafından mest olurken, idrakimizi gürültüye meftun kılarken bir silahın kabzasından daha soğuk, sesli sözlü bombardıman altında dini ve milli değerlerimizin kıyımına göz yumuyoruz.
Bir kurşun bir adam öldürür fakat icat edilmiş tüm silahların namlusundan daha büyük görünmez bir mermi var ki; “münkirlerin akletmesi” bir kitleyi, bir nesli yok edebilir.
İşte, akıl tutulmasını körükleyen gürültü kalbi ve zihni kıyıma muktedir ölümcül bir silaha dönüşmüş durumda. Sükûnet ve idrak zırhı ile mücadele etme gayretine şiddetle muhtacız.
Bakmayın çığlık atmadığımız, “ah” ile inlemediğimize hâlbuki her birimiz büyük şehirlerde, teknolojik aygıtlardan çıkan, seslerle, “Soğuk savaşın sıcak silahları”yla vurulmaktayız.
Savaşın feci tesirinden, esaretin elim sefaletinden bihaber olan umursamaz, duyarsız zihinlerin yönettiği silahlara dikkat kesilmez isek, zaman zaman sükûneti kuşanmaz isek kuşatıldığımız gürültüler içinde hakikatten uzak bir yok oluşun kurbanı olacağız.
Unutmayalım ki, modern imkânların, icatların binaların böyle yüksek olmadığı bir dönemde 600’lü yıllarda Peygamberimiz sükûneti kuşanmak için bir dağın kalbine sığınırdı. Yaşadığı şehir Mekke’yi uzaktan, kalbini yakından dinlerdi.
Kâinat kitabı’nın sayfalarını çevirirdi belki de… Belki de bizlere “Oku”mak eyleminin dinlemekten geçen kutlu bir yolculuk olduğunun mesajını vermişti. Dinlemek için susmak gerektiğinin şerhini düşmüştü mü’minler için kayıtlara…
Gürültüden azade okumalar nasip olsun hepimizin kalbine ve aklına…