Basında, ülkemizin son dönemlerde patent üreten 25 ülke arasına girdiğine dair güzel haberler görüyoruz. Buna göre, 10 yıl öncesine kıyasla Türkiye’deki patent üretimi iki katına çıkmış durumda. Bu oran ümit verici olsa da halen nüfusumuza oranla oldukça düşük olduğunu söyleyerek söze başlamak gerekiyor. Türkiye’de yılda yaklaşık 10 bin patent üretiliyor. Öncelikle bunun pozitif bir gelişme olduğunu ve iddia sahibi her ülke için gerçek bir hedef olduğunu hatırlamak gerekir.
İstatistiklere bakıldığında, devletlerin ve özel sektörlerinin araştırma geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerine ayırdıkları bütçeler ile ortaya çıkan patent sayısı arasında doğrudan bir orantı olduğu gayet açık. İki yıl öncesinin rakamlarıyla kıyaslandığında dünyadaki oranlar yaklaşık olarak şöyle: Rusya, ülkemizde üretilen patentin 8 kat fazlasını; Hindistan 11 kat fazlasını; Almanya 12 kat fazlasını; ABD 120 kat fazlasını; Çin ise 200 kat fazlasını üretebiliyor. Bu konuda rekoru elinde tutan Çin’in sadece 2014 yılında ürettiği patent sayısı 928 bin adettir.
Çin bu başarıya, sadece Çin vatandaşlarının yapmış olduğu başvurularla ulaşmış durumda. ABD, Almanya ve İngiltere ise kendi vatandaşları yanında, yabancı ülkelerden gelen araştırmacı ve akademisyenlerin ürettiği patentlerle bu yüksek oranları yakalayabiliyorlar. ABD ve Batı Avrupa’ya dünyanın her köşesinden tahsil almak amacıyla giden öğrenci ve araştırmacılar, bu ülkelerdeki buluş, inovasyon ve çalışmalarını daha ileri çalışma ve patentlerin temeli olarak o ülkelerde bırakıyorlar. Patent sahibi olmak, çoğu kez ömür boyu bir garanti veya bir gelir kapısı olarak görülüyor ve devletler için de stratejik bir alan olarak kabul ediliyor.
Buluş ve patent üretebilecek potansiyele sahip yetişmiş insan gücünü ülke içerisinde tutabilmek ve onlardan yeterince yararlanabilmek ise gelişmenin gerçek anlamda işaretçilerinden birisi. Beyin göçü, gelişmemiş veya az gelişmiş olanın yoksunluklarından, daha gelişmiş olanın sağladığı imkânlara doğru yöneliyor. Bu konuda gelişmiş olan ülkeler, çoğu kez ülkelerinde zaten yetişmiş olan başarılı genç bilim adamlarını, herhangi bir masraf yapmaya gerek olmadan, üretebildikleri sürece çalıştırarak ve onların ürettiklerini de kendi üniversite envanterlerine katarak bu sistemi işletmeye devam ediyorlar.
Bu konuda ne derecede başarılı olduğumuzu kendimize sorarsak; bunun net cevabı gerçek potansiyelimizin oldukça altında olmalı. Nüfusa oranla paten üretiminde rekabet ettiklerimize göre oldukça gerilerdeyiz. Kuşkusuz bu sonuçta, eğitim, üretim, patent ve inovasyona yapılan yatırımın, bu konuda bir yönelimin ve ülkenin geçmiş kültürel arka planının etkisi de var. Geçmişe göre şu sıralar patent başvurularında bir hareketlilik göze çarpsa da bundan daha fazlasına ihtiyacımız var.
Bugün Türkiye, yakın coğrafyasında sadece mazlum milletler için değil, sermaye birikimi, genç iş gücü ve yenilik üretme potansiyeline sahip insanlar için hala bir sığınak konumunda. Ancak bu değerli potansiyelin doğru şekilde yönetilmesi gerekiyor.
Milyonlarca Suriyeli mağdura kucak açarken onların arasındaki tanınmış akademisyenleri, buluş sahiplerini, sanatkârları, kendilerine daha fazla araştırma imkânı sağlanan ve işe girme prosedürlerinin çok daha esnek olduğu diğer ülkelere plansızca kaptırmış olduk.
Üniversitelerimiz ve diğer kurumlarımız sadece dil öğreniminde okutman olarak yabancı uyruklulara yer verirken asıl stratejik alanlar olan mühendislik alanlarında fırsatlar büyük ölçüde kaçırıldı. Aynı durum, 1980’lerin başında İran’dan, 1990’larda Irak’tan ve yine 1990’larda Sovyetlerin dağılması sırasında yeni cumhuriyetlerden göç sırasında yaşandı. Halk kitleleri bize kalırken, bu ülkelerin seçkin akademisyen takımı kısa bir süre içinde daha iyi imkânlar sunan Batı ülkelerine davet edildiler. Maalesef, standart üstü kesimi oluşturan patent ve buluş sahibi bilim adamları ile genç araştırmacıları diğer kalabalık halk kitleleri arasından seçip çıkarma konusunda oldukça geç kaldık.
Bunu yöneten bir master planımızın olduğunu hiç duymadım. Ayrıca, o dönemlerde, ne hukuki ne de bürokratik yapımız buna uygun değildi.
Türkiye’nin özellikle eski Sovyet Cumhuriyetlerinden gelip Türkiye’de alın teri, bilgi, akademik ve tecrübe birikimlerini Türkiye’ye taşımak ve kendilerine yeni bir başlangıç yapmak üzere gelen genç araştırmacı, akademisyen ve işadamlarının sıradan bir işe girmek için bile yaşadıkları sıkıntıları ve mücadelelerini yakinen biliyorum.
Yüksek potansiyelli ve enerjisi olan birçok yabancı uyruklu insanın çalışma izni prosedürlerini aşamadığı için evlerine mahkûm olduğuna şahit oldum. Bu ağır işleyen ve işverenlerin girmek istemediği prosedürler dolayısıyla Türkiye’nin ciddi bir insan ve birikim kaybı olduğu bir kenara kaydedilmeli. Birçok firma ve hatta üniversiteler bu prosedürlerin zorluğuyla boğuşmak istemediklerinden daha az kaliteli insanlarla çalışmayı tercih ediyorlar. Hâlbuki iyi bir CV’ye sahip olan akademisyenlerin ABD ve Avrupa ülkelerinde çalışma izinleri ve diğer prosedürleri bürokratik engeller giderilerek kolaylıkla ve hızla çözülebiliyor.
Patent ve inovasyonlar ortaya çıkarabilmek geleceğe yön vermek demektir. Bu konuda kendi insan kaynağınızla yeterli üretimi sağlayamıyorsanız, güvenli bir liman olmak ve bunun için gereken ortamı kurmak zorundasınızdır. Bugün Türkiye, artık geniş bir coğrafya için insanların fırsat aradığı bir ülke olmuştur. Türkiye, acele etmeden, telaşeye kapılmadan, istikrar ve sükûnetle gelişme odaklı yürümeye devam etmek zorundadır.
Ya patent ve fikir üreten ya da başkaları için sürekli bir pazar oluşturan bir ülke olarak kalmak arasındaki tercih bizim…