Hocam Mehmed Maksudoğlu’nun (1) Osmanlı’dan günümüze toplumsal değişim maceramızı büyük bir dirayetle özetlediği özlü eserinin (2) ikinci kısmını, değişim stratejimizi gözden geçirmemize vesile olması niyazıyla -hocamın imla tercihlerini koruyarak- özetle paylaşıyorum. Bu özetin ardından Tarih Bilinci ve Kültür dergisi sitesinde PDF kitap halinde yayımlanan eserin tamamını okumanızı (3), Osmanlı Devleti’nin kuruluş, yükseliş ve çöküş dönemlerini daha detaylı incelemek isteyenlere de Hoca’nın “Osmanlı Tarihi (1289-1922)” isimli eserini tavsiye ediyorum (4).
Yenilenme çareleri aramak
“Çâreler aramakta olan Sultân Üçüncü Selîm (1789-1807) tahta çıkışının ikinci yılında, 1791 ekiminde, 19 Türk ve 2 yabancıdan devletin niçin eski gücünü kaybettiği, bu güce erişmek için şimdi hangi reformların yapılması gerektiği hakkında birer lâyiha (rapor) istedi (Âsım, I/34 vd.; Cevdet, VI/3 vd.). 21 lâyiha tek noktada birleşti: Devlet eski gücünü kaybetmişti, müesseseleri bozulmuş veya işlemez hâle gelmişti, mutlaka ıslâhât (reform) lâzımdı. Ancak lâyıha sâhibleri çârede ayrılıyorlardı. Başlıca üç grup vardı:
Muhâfazakâr idealistler: “Osmanlı, mâzide cihân devletiydi, rakıybi de yoktu. O zaman bütün müesseseleri mükemmeldi. O müesseselere dönebilir, onları canlandırabilirsek devlete eski kudretini iade ederiz.”
Tâvizci romantikler: “Avrupa bâzı bakımlardan bir müddetten beri bizden ileri gitti. Toplum düzenimizi bozmadan, acele etmeden, Avrupa’nın bizde olmayan tekniğini alalım ve hazmedelim. Zâten Avrupa ile aramızdaki mesafe ancak 30 yıldan beri açılmıştır. Hızla onlara yetişmemiz ve gene en büyük devlet olmamız mümkündür.”
Düzen değiştirmek isteyen radikaller: “Avrupa’nın bizi şimdilik bâzı hususlarda geçtiği ortadadır. Bu düzene devâm edersek, her sahada bizi geçecektir. Biz de düzen değiştirip onlara yetişelim ve onları geçelim. Bizim aklımız onlardan eksik, zekâmız geri midir?” (Öztuna).
Rahmetli Öztuna’nın, “tâvizci romantikler” dediği kimselerin görüşünün ne kadar haklı ve isâbetli olduğunun canlı örneği Japonya’dır. “Toplum yapısını değiştirmeden, sâdece tekniği almak” gerekiyordu! Aradan geçen 300 yıla yakın zaman sonra, hâlâ bu konu tartışılıyor ve gündemden düşmüyor. Rahmetlinin kendisi de, ağır basan üçüncü görüşün devâmı olan akımın bir ürünü olduğu için, pâdişâhın üçüncü şıkkı tatbikini haklı buluyor.
Gerçekten zor bir durumda idik: Dünyâda birinci, en üstün siyâsî kuruluş, Devlet-i ‘Aliyye iken, kötü bir duruma düşmüştük ve kurtuluş, yenilenme çâreleri arıyorduk. Karar vermek asla kolay değildi. Verilecek karar, devletin ve milletin geleceğini belirleyecekti.
Muhâfazakâr idealistlerin görüşü isâbetliydi, Osmanlı müesseselerinin mükemmel ve gıpta edilir olduğunu belirten yabancılar bile vardı. Ancak, ‘insan’ unsurunda bozulma söz konusuydu: Halîl Hâmid Paşa’nın hareketi devleti oldukça iyi duruma getirecekti ama, çıkarına dokunulanların marifetiyle makamını ve hayatını 1785 yılında kaybetmişti.
Düzeni değiştirmek isteyen radikaller ise panik havası içindeydiler ve işin kolayına kaçma eğilimi gösteriyorlardı: Yakın geçmişte, iyileşme için düzen değişikliğine, sosyalizme bel bağlayan okur-yazarlarımız gibi… Bilinmeyen yeniliğin çekiciliği de işin cabası…”
Yenilenirken yapıyı tahrip etmemek
“Devletin bünyesinin (yapısının) değiştirilmesinin sonuçları hiç hesaplanmadı, öngörülemedi.
“Sultân Üçüncü Selîm, 21 lâyihayı okudu ve kararını verdi: Üçüncü şık uygulanacaktı, düzen değişecekti, adını da buldu: Nizâm-ı Cedîd (Yeni Düzen).
… Pâdişâh’ın lehlerine karar verdiği radikaller şahsiyetleri bakımından, zâhiren aynı fikre sâhib görünüyorlarsa da gerçekte üç grup idi:
1- Avrupa’nın her şeyini üstün, Türk’ün, Osmanlı’nın, belki İslâm’ın her şeyinin bozulmuş olduğunu savunan, bir bakıma romantik; Türk, Osmanlı ve İslâm târihinin ilk züppeleri.
2- Nizâm-ı Cedîd’ci olarak yeni düzen içinde külâh kapmak ve reform adına memleketi sömürmek isteyen, mal, para ve iktidara çok harîs menfaatçiler.
3- Hızlı bir radikal reformla Türkiye’yi kalkındırmak isteyen gerçek devlet adamları. Ancak bu sonuncu grup radikaller makbûl idi, makbûl olmak gerekirdi. Hâlbuki Üçüncü Sultân Selîm Hân, radikalleri bir bütün olarak gördü.” (Öztuna).
24 Şubat 1793’de Nizâm-ı Cedîd rejimi resmen bir hatt-ı hümâyûn ile ilân edildi. Sultân Selîm, yeniliğe ordudan başlamak gerektiğini, iyice bozulmuş olan yeniçeri ile bir yere varılamayacağını biliyordu. Yeniçerilere dokunmadan, onların tepkisini çekmeden, yeni bir ordu kurmağa girişti. Bu ordudaki asker, esnaflıkla uğraşmayacak, disiplinli olacak, milletine ve subayına silâh çekmeyecekti. “Kanûnî devrindeki disiplini hâiz bir ordu, ama asrın tekniği ile de mücehhez olacaktı… Avrupa’dan subaylar, mühendisler, denizciler getirildi. Avrupa kıyafetinden mülhem üniformalar giydirildi.”
Kültür istilâsı böylece, Devlet eliyle, farkına varılmadan, başlatılmış oluyor.
Üniformadan etkilenmek, kültür istilâsının başlangıcı oluyor. Benzemek yol olunca, bu iş devâm ediyor ve insanlar, askerden başlayarak, başkalarına benzeye benzeye sonunda kimyâdaki târifiyle renksiz, kokusuz, tatsız bir hâle geliyorlar!
Ordu, ıslâh edilmek isteniyor, maddî her şey düşünülüyor, her gün 40 rekât namaz kılma durumunda olan askere, Allah’ın bu emrini yerine getirmesi için uygun kıyâfet düşünülmüyor! Demek ki Avrupa karşısındaki şaşkınlık ve panik, doğru, sağlıklı düşünmeye mâni oluyor.
Burada, askerî işgalden çok daha kötü ve tehlikeli olan kültür istilâsının ortaya çıkışı görülmektedir. Savaş usulünü almak başka (Hendek harbinde Selmân-ı Fârisi hazretlerinin teklifiyle, İran’da uygulanan hendek işi benimsenmiştir), kâfire benzemek çok başka bir iştir. “Bir kavme benzeyen onlardandır.” nebevî sözünü, o çağdaki yetkililerin bilmemesi düşünülemez; bu bilgiye rağmen, bunun aksine davranmış olmaları, İslâm’a bağlılık bilincindeki zayıflık mı, düşüncesizlik mi, Avrupa karşısındaki aşağılık duygusu ve panik havasının etkisi mi, merak ve inceleme konusu olarak durmaktadır.”
Nasyonalizm’in Osmanlı’ya etkisini görebilmek
“Bir Avrupa icadı, ürünü, fabrikasyonu olan Nasyonalizm, fikir kökleri daha eskiye dayanmakla birlikte, Fransız İhtilâli’nden (1789) sonra, onsekizinci asrın sonlarına doğru bir akım olarak ortaya çıktı. İtalya’da, önce dil birliği sağlandı, Napoli, Cenova, Venedik gibi devletçikler İtalyan nationu olarak birleştirildi. “Dil birliğini meydana getirdik, sıra İtalyan milletini yaratmağa(!) geldi” denildi. 1861 yılında İtalya siyâsî birliğinin kurulmasından sonra yazar ve Piemont’un eski başbakanı Massimo d’Azeglio’nun şöyle dediği yaygındır: “İtalya’yı meydana getirdik, şimdi ‘İtalyan’ları meydana getirmemiz gerek.” (Alter).
“1838’de İngiltere ile yapılan ticâret anlaşması, Mehmed Ali Paşa isyanıyla ilgilidir (Öztuna). Çünkü, İngiltere, Osmanlı Devleti’ni tehdîd eder duruma gelmiş olan Mehmed Ali Paşa meselesine çözüm arayışına düşen Osmanlı’nın bu güç durumundan faydalanarak bu anlaşmayı yapmıştır (Harb).
Kavalalı Mehmed Ali Paşa konusu, gerçekten ibretle incelenmeğe değer:
Allah’ın verdiği kabiliyet doğru yönde kullanılmazsa ne vahim sonuçlar verdiği görülüyor: “Ben daha iyi yaparım” diye nizâmı bozup entrikalar çevirerek eyâlet vâlisi ol, Avrupalı’dan öğrendiğin teknikle devletin ordusundan daha güçlü ordu kur, sonra devleti yönetmeye kalk, devlet senden çekindiği için telâşla, doğru dürüst değil, hemen hemen hiç inceleme yapmağa imkân bulamadan devletin yapısını kökten değiştirme sonuçlarını getirecek olan birtakım iyileştirme hareketlerine girişsin, artçı sarsıntılarla bunun etkisi, birkaç nesil devam etsin ve sonunda, devlet, aynı şekilde, “ben kurtarırım” heveslilerinin elinde harîtadan silinsin!
İngiltere ile 16 Ağustos 1838’de yapılan ticaret anlaşmasının ardından Fransızlar da Osmanlı Devleti’ni, üç ay sonra, kendileriyle, İngiltere’ninki gibi bir anlaşma yapmağa mecbûr etmiştir. Osmanlı, İspanya ile 2 Mart 1840 tarihinde, Hollanda ile de 14 Mart 1840 günü benzer anlaşmalar imzalamak zorunda kalmıştır.
Yenileşmek niyetiyle, kültür istilâsı devlet eliyle buyur ediliyor:
Sultân İkinci Mahmûd’un, Pertersburg büyükelçiliğinden kapdân-ı deryâ olarak İstanbul’a gelen damadı Müşir Halîl Rif‘at Paşa’nın; “Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmeye mecburuz” demesi, pâdişâhı, inkılâb (devrim) hareketlerinde daha şiddetli davranmaya teşvik etti (Öztuna).”
Sultân Abdülmecîd’den ders almak
“Tanzîmâtı ilân eden Abdülmecîd (1839-1861), 16 yaşında pâdişâh olmuştur. Mustafa Reşîd Paşa, hem hâriciye nâzırı, hem de Osmanlı Devleti’nin Londra sefiri idi. Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa, güçlü durumda idi, devlet, ikiye bölünme tehlikesi ile karşı karşıya idi. Mısır gailesini atlatmak için dış desteğe, yâni Avrupalı devletlerin yardımına ihtiyâc vardı (Mahmûd Celâleddîn).
Böylece, devletin, değişen dünyâ şartları karşısında yeniden yapılanmağa olan ihtiyâcı yanında, Avrupa devletlerinin isteklerine de uyacak, onları tatmin edecek düzenlemeler yapıldı. Sultân Abdülmecîd’in tahta çıkması üzerine İstanbul’a gelen Mustafa Reşîd Paşa, “Tanzîmât’ın hayâtî bir zaruret olduğunu genç pâdişâha gizli mülâkatlarla anlatmış” idi (Dânişmend).
Osmanlı Devleti’nin târihî çizgisindeki müthiş kırılma Tanzîmât’la resmen başlamış oluyordu. Bu kırık çizgide gidiş, 1856 Islâhât Fermânı’yla derinleşerek devâm edecek ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar sürecek, aydınlar ve yetkililer bu akım içinde, bu şartlarda yetiştikleri için, orada da durmayacak, ondan sonra da devlet politikası olarak sürüp gidecektir.
Aslında, Osmanlı Devleti, 18. Yüzyıl sonunda dinamizmini büyük ölçüde yitirmiş, kendisine hayât veren İslâmî değerlere bağlılık, bürokraside ve idârî seviyede zayıflamıştı. 19. yüzyıl başından beri yapılan işleri, ‘her ne pahasına olursa olsun, mâddeten ayakta kalmak çabaları’ olarak nitelemek yanlış olmaz.
“Osmanlı Devleti’nde Batı kültürünün yerleşmesinde ana sebeb, Sultan Abdülmecid’in (m. 1839-1861) ‘Batılılaşma’ya öncülük etmesidir. Sultan ki ülkede yönetimin başıdır. Onun bu tarzda yönelişi, zorunlu olarak Osmanlı aydınlarının geleneksel kültürden uzaklaşmalarını, Avrupa tarzı eğitime ve Batı kültürüne yönelmelerini teşvik edici olmuştur.” (Dânişmend).
Yaşı, kültürü ve birikimi genç Sultan Abdülmecid’e, Mustafa Reşîd Paşa’nın âdetâ diktesi olan Hatt-ı Hümâyûnu ilân edip yaymasının etkilerini, vereceği sonuçları kestirme imkânı vermiyordu; gerekli olduğuna iknâ edildiği hususları, iyi niyetle ilân ediyordu.
“Seçkin Osmanlı aydınlarının sultanı ve Osmanlı sarayını örnek alması, Osmanlıların yaşama tarzlarının değişmesini ve Avrupa hayat tarzına yönelmeyi süratlendirmiştir. Dolayısıyla daha önce Osmanlı aydınının ikinci dili Arapça iken, onlar için ikinci dil Fransızca olmuştur. Ayrıca edebiyat alanında Osmanlı aydını için Fars edebiyâtı örnek iken artık Fransız edebiyâtı örnek olmuş, Fransızca eserlerin tercümesi de çoğalmaya başlamıştır.” (Dânişmend).
Tanzimât Fermânı’nın verdiği imkânla, azınlıklar ekonomi alanında kuvvetlendiler. Yabancı sermayenin memlekete serbestçe girmesi ve onları koruması, ticaret işlerinin ellerine geçmesine sebep oldu (Sırma).
Sanayi devrimi yapmış, yeryüzünün pek çok yerlerini kendi sömürgesi hâline getirerek iyice zenginleşmiş Avrupalıların yaşayışını yakından görüp, üç yıl boyunca onların yaşama tarzlarına iyice âşinâlık kazanmış Osmanlı yöneticileri, bürokrasisi, bu kültür şokunun sarsıntısını geçiriyor, ‘onlar gibi’ yaşama özentisi içinde bulunuyordu!
Sultan Abdülazîz (1861-1876) mâlî durumu düzeltmeğe çalıştı, gereksiz masrafları kıstı, sarayda altın ve gümüş eşya kullanılmasını yasak etti, rüşveti ve nüfuz ticâretini önlemeğe çalıştı. Bâzı memurlar, rüşvet suçlamasıyla hüküm giydiler…
Tanzîmât’la başlayan değişiklikler zincirinin son halkası Cumhûriyet olmuştur ve bu son safhada eskilerin hayâl bile edemeyeceği, ziyadesiyle radikal işler yapılmıştır…
Ünlü gazeteci yazar Uğur Mumcu, günümüzdeki durumu, internette dolaşan bir konuşmasında şöyle özetliyor:
“Türk vatandaşı; İsviçre Medenî Kanunu’na göre evlenen, İtalyan Ceza Yasası’na göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’na göre yargılanan, Fransız İdâre Hukuku’na göre idâre edilen ve İslâm Hukuku’na göre gömülen kişidir.”
Uğradığımız kültür şoku sebebiyle, farkına bile varmadan, kendimizi, iyi yapıyoruz, Avrupalılar gibi oluyoruz, asrî oluyoruz (çağdaşlaşıyoruz) diyerek kültür istilâsına mahkûm etmişiz! En keskin kırılma noktası olan Tanzîmât’tan beri (1839) artarak süregelen Kültür İstilâsı, son yüzyılda doruğuna ulaşmış, bu sebeple iş o hâle gelmiş ve devlet eliyle öyle birkaç nesil yetiştirilmiştir ki; bu tip, Fuat Uğur’un şâhâne ifâdesiyle; kendinin, yanlışlıkla bu ülkede doğmuş, bir talihsizlik eseri olarak Türk ve Müslüman bir âile içinde dünyaya gelmiş olduğu kanaatindedir.
“Düşman tarafından öldürüldüğünde değil, ona benzediğin zaman yenilmiş olursun!” der Aliya İzzetbegoviç.”
Bu eserin, maruz kaldığımız kültür şokunu daha derinden idrâk ederek kendimize gelme çabalarımıza müspet bir tesir yapması temennisiyle…
“Hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez. Ve Allah (hak eden) bir toplumu cezalandırmayı murad ettiği zaman, onu engellemek mümkün olmaz; O’ndan başka sığınacak bir merci de bulamazlar.” (Ra’d 13:11).
Kaynaklar:
1. , 18.11.2018.
2. Mehmet MAKSUDOĞLU; Osmanlı’dan Günümüze Değişme Mâcerâmız, Editör: Fethi Güngör, Tarih Bilinci ve Kültür Dergisi yayını, İstanbul, Kasım 2018, 114 s.
3. , 18.11.2018.
4. Mehmet MAKSUDOĞLU; Osmanlı Tarihi (1289-1922), Yayına Hazırlayan: Dr. Erşahin Ahmet Ayhün, 5. Basım, Salon Yayınları, İstanbul 2018, 550 s.