Ciddi ciddi profesörler bile ekranlara çıkıyor ve “Osmanlı, Yavuz’a kadar Alevi’ydi” diyor. “Osmanlı’yı “Aleviler kurdu” diyen de var, “İlk üç padişah Alevi’ydi” diyen de… Burada mevzuyu karıştıran asıl kilit nokta, kavram karmaşası. Farklı kavramlar, zihnimizi bulandırıyor.
Öncelikle Alevilik çok modern bir kavram, buradan başlayalım. 1800’lü yıllara kadar Alevilik diye bir kelime dilde yoktu. Erken dönem Osmanlı’da gayrisünni diyebileceğimiz insanlar var mıydı? Vardı. Kendilerine “torlak” diyorlardı. Bu insanlar göçebe yaşayan Türkmenlerdi. Eski Türk inançlarından bazı gelenekler de barındırıyorlardı kendi içlerinde, tamamen eskiyi silip atamamışlardı. O insanlara Alevi diyebilir miyiz? Kastettiğiniz manada alevi diyebiliriz ancak bugün gördüğümüz, aklımıza geldiği şekilde alevi diyemeyiz. Yüz, yüz elli yıl önce, bu topraklarda, bugünkü gibi bir Alevilik yoktu. Önce Bektaşiliğin bozulmasıyla, Alevilik de hal değiştirdi.
Buradaki sıkıntının, Alevi deyip diyemeyeceğimiz karmaşasının da nedeni kavram karışıklığı. Bugün dilimizde “meşrep” adında bir kelime yok. Uzun yıllar bu topraklarda yaşayan insanlar itikadın yanında bir de “meşrep” sahibiydiler. İtikaden Ehli Sünnet sahibi, mezheben Hanefi, meşreben de “Alevi” idiler. Niçin? Çünkü Anadolu, Emevi zulmünden kaçan Ehli Beyt mensuplarının gelmesi ile İslamlaştı. Ehli Beyt mensupları Anadolu’yu imar etti, Anadolu’nun hidayete ermesine vesile oldu, bu sayede Anadolu tasavvufi bir İslam yaşayışı benimsedi. Dolayısıyla Emevi karşıtlığı vardı. Emevi karşıtlığı da Hz. Ali Efendimiz’e ve Ehli Beyt’e derin sevgi, muhabbet ile kendisine vücut buldu. İnsanlar, tarafgirdi. Emevi karşıtlığı, Hz. Ali Efendimiz ile Muaviye’nin savaşında, hissen Hz. Ali Efendimiz’e (ra) taraf tutmaya götürmüştü insanları. Bu nedenle Anadolu’da binlerce Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma Zehra gibi isimler evlatlara verilirken, Yezid ile Muaviye verilmemiş, yer yer Bayezid şeklinde kodlanarak Muaviye ismi kullanılmıştı. Osmanlı içinde yaşayan torlaklara da Kızılbaş dense de, asıl manada Kızılbaş “Safevi” mensuplarına denirdi. Osmanlı belgelerinde gördüğünüz Kızılbaş, Safevi demekti. Şah İsmail müritlerine, Safevi ordusu askerlerine “Kızılbaş” denirdi. Kızılbaşlar geçiyorsa, bu da doğrudan Safevi Devleti demekti. Düşmanlık olduğu için de Kızılbaş hakaret manasında kullanılırdı, yoksa alevi diye bir insana Kızılbaş şeklinde hakaret edilmezdi. Osmanlı içinde yaşayan Kızılbaşlar da vardı ama onlarla devletin bir problemi yoktu. Problemi olması için o kişinin sahabeye küfür etmesi gerekirdi, o da yok denecek kadar azdı. (Safevi, Şii’ydi, onlarda küfür vardı.) Çünkü Kızılbaşlık, meşrebendi. Osmanlı’nın henüz ikinci padişahı olan Orhan Gazi kurduğu medreseye Ekberi Davud-ı Kayseri’yi atamıştı. İbn-i Arabi etkisindeydi medreseler. Hiçbir medrese, bugünkü karşılığıyla Alevi öğretisi vermezdi. Sünni, Hanefi idi.
Doğru okuma yapılmadığında Yunus Emre’ye bile heterodoks yani Şii diyen hadsizler çıkabiliyor. Babailer, ehli sünnetti. Baba İlyas, meşrebini göstermiş, isyanı 10 Muharrem’de başlatmıştı. İsyanda, bazı müritler “Baba Rasulullah” dedi diye bugün bazı hocalar “Kendini peygamber ilan etti” diyor. Babanın ne suçu var? Doğru okuma yapılmazsa, nasıl şaşıracağınızı tahmin bile edemezsiniz. Bu gözler, taş devrinde Alevilik diye bile kitap gördü! Hasbinallah!