“İnsan inandığını yaşamazsa yaşadığına inanmaya başlıyor” demişlerdi. Doğru söze diyecek bir şeyimiz elbette yok ve aynen de kabul ediyorum bu söyleneni. Ama ekleyeceklerim ya da en azından bu bahiste dert ettiklerim var benim de. Ve ben şuna inanıyor ve öyle olması için dua ediyorum ki benim dert ettiklerimi dert edinen en azından bir kişi daha var olmalı bu dünyada. Zira derdinden anlayan tek bir kişi bulan yalnız değildir bence. Onun için ben de yalnız olmadığıma inanmaya gayret ediyor ve gayretime hayret ediyorum çoğu zaman. Bu misal dahi işte tam böyle bir derttir benim için. İnanmak ve yaşamak bahsi… Çetin bahis, zor bahis… Zira bir inananlar var –en azından öyle söylüyorlar- bir inandığını yaşayanlar, bir de inanıyormuş gibi ya da inandığını yaşıyormuş gibi yapanlar…
İnanmanın sadece bir his, bir duygu ya da sır, giz olduğuna inanmadım ben hiçbir zaman. Bir aksiyon, bir şuur ve fiiliyata dökülen ya da dökülmesi gereken bir mefkûre olduğu kanaatini içimden bir an olsun çıkarmadım. Zira insanı değiştirmeyen, başkalaştırmayan, güzelleştirmeyen bir inancın varlığından çoğu vakit şüphe ettim. “Her küp içinde olanı sızdırır” demiş eskiler. Dışımız nasılsa ya da ne görünüyorsa öyleyiz demek ki. O kadarız. Söz başka gönül başka olmuyor yani. Olmamalı. Oluyor ya da öyle görünüyorsa ya içimizde ya da dışımızda bir yanlışlık var demektir.
Şimdi cânım kâri, bütün bunları aslında bir şeyi anlatmak için yazdım. Ama bence o bir şey dediğim pek çok şeyin sebebi. O da aslında senin de bildiğin, dert ettiğin, gördüğün ama bazı vakitler görmezden geldiğin ya da görsen de söylemek istemediğin bir hal.
Biz uzun senelerdir bir vebalı gibi, cüzamlı gibi saklanmak zorunda bırakılmış anaların çocuklarıyız. Sakın kızma bana bu cümle için. Zira ben de içim acıyarak yazıyorum bunu. Ama öyle olduğunu biliyorum. Daha evvel yazdım sana annemin başında örtüsü var diye okula bile çağıramadığımı ya da ne bileyim hiçbir filmde ya da dizi de ya da bilmem nerede zengin, okumuş, bilgili bir kadının anneme benzediğini hiç görmedim ben. Şimdi şimdi görüyorsun belki sen. Doğru. Lakin sırf bunun için bile ne çileler çekildiğini de yazdım sana daha önce. Hatta tam olarak şöyle söyledim;
Başında örtüsü var diye hor görülen, dışlanan, dayak yiyen, okulunu okuyamayıp da kapıların önünde bekleyen, annesinden utanan, saklanan, asker oğlunun yemin törenine bile katılmasına izin verilmeyip de tel örgülerin ardında bekleyenler… Sonra onların hakkını savunmak için sokaklara dökülen, yürüyen, dayak yiyen, küfür yiyen, yobaz denen ama senin başındaki örtü için yine de bunlara katlanan benim babam, amcam dedem gibi senin de baban, amcan, dayın, abin vardı. Ne içindi bunlar? Şimdi gördüklerimiz, “moda” diye normal bildiklerimiz için mi? Sanmıyorum. Bu insanlar senin için, benim için bedeller ödediler. Ve karşılığı asla bu olmamalı. “Unutma” diyorum işte bunları. Bunları unutma, zira böyle bir halde unutmak nimet değil nankörlüktür.
Hatırlıyorsun değil mi? ben hatırlıyorum. Ve sonunda şöyle demiştim “söyleyecek söz çok lakin bu kadarı kâfi” değil cânım kâri. Kâfi değil. Zira bazen bakmak, bazen görmek ve bazen gördüğüme inanmak istemiyorum ama dayanamıyorum. Allah aşkına ne oldu bize ya da bize ne oluyor? Mücahitleri müteahhit yapalı epey oldu lakin şimdi de analarımızın başındaki örtüyü modaya kurban mı veriyoruz? Sırf moda diye mi yani başının üzerine takıyor kardeşlerimiz bunu? Hangisi oluyor bu gördüklerimiz, örtü mü, örtünmek mi, örtünmüş gibi görünmek mi? Nerede kaldı şuur, dava, gaye? Ben söyleyeyim nerede kaldığını, babalarınızın sırtındaki cop izlerinde, kapı önlerinde bekletilen anaların yaşlı gözlerinde, okulundan atılan ablaların kırgın yüzlerinde kaldı…
…
Geçenlerde bir konferans için Ankara’ya gittiğimde bir kardeşim yaşadığı bir olayı anlatmıştı bana. Aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum. Zira tokat gibi geldi bana. Şöyle demişti. Okuduğu üniversitede –ki adını vermeyeceğim- sosyoloji derslerine giren hoca(!) başında örtüleriyle derse giren bu öğrenci arkadaşları devamlı olarak aşağılamaya ve dersinden çıkarmaya çalışıyormuş. “Örtülerinizi çıkarıp da gelin, öyle derse alayım, beyniniz onun altında örümcek bağlıyor” diyormuş. Ama bir kaçına daha şiddetli hatta neredeyse sadece onlara söylüyormuş bu dilinin altındaki herzeleri. “Diğerleri de örtülü, neden onlara bunları söylemiyorsunuz?” diye soran olunca da “Bizim derdimiz örtünmüş gibilerle değil, örtünenlerle” diyormuş.
…
Ben aktardım sadece, herkes kendi hissesine düşeni alır sanırım.
Söyleyeceklerim bu kadar…
Hayırlı Cumalar…