Erken seçim kararının alındığı 18 Nisan Çarşamba gününden bu yana, gerçek anlamda baş döndüren gelişmeler yaşandı; yaşanmaya da devam ediyor.
Normal koşullarda otuz beş güne sığması çok mümkün olmayacak hadise adeta sıkıştırılmış olarak zaman şeridine kaydedildi. Tarihte de buna benzer zamanlar vardır elbette. Özellikle çok meşhur olanı 19. yüzyıldır. İlber Ortaylı’ya ait ve aynı zamanda bir kitabının da ismi olan; “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” olarak ifade edilen bu zaman diliminde de bir yüzyıla sığmayacak kadar olay yaşanmıştır.
Yanlış bir kanaat olarak sanki “tek adamlar ya da krallar yenilmezler” şeklinde bir dezenformasyon vardır. O zaman geçmişte tahtından edilen onca kralı, sultanı ya da padişahı nereye koyacaksınız. Üstelik de bana göre onların iktidarlarını kaybetmeleri demokrasilerdekinden çok daha kolaydır ve hüsran içerir.
Bunu neden yapıyorlar peki? Öncelikle şunu ifade etmeliyim: Sandığa dayalı demokrasilerde, milletin teveccühünü hiçbir “zor”a başvurmadan alabilen liderler, krallardan çok daha güçlüdürler. Sayın Cumhurbaşkanının gücünü de bu gerçek üzerinden okuyamayan/okumak istemeyenler, kendi umutsuzluklarını “tek adam, diktatör” yaftasının kötü ününe havale ederek kitlelerin gözünde lidere “itibar suikastı” yaptıklarını sanıyorlar.
24 Haziran’a doğru giderken de aynı yolu, yine aynı kifayetsizlikleri gölgelemenin bir aracı olarak kullanıyorlar. Başka bir gerçek daha var. Yenemediklerine “diktatör” diyerek aslında kendilerinin yapacağı sandık dışı “indirme” yöntemlerini “meşru”laştırmış olmak istiyorlar. Kullanıldıkça görüyoruz ki “demokrasi”lerin de arızaları var; insan her şeyi, iyi ya da kötü olarak kendisine hizmet ettirebiliyor.
Erken seçim kararının açıklandığı ilk dakikalardan itibaren, verdiğim birçok TV mülakatında, katıldığım programda ya da yazılarımda şunu hep ifade ettim: “Bu çok erken seçim kararı her türlü muhalefeti paralize etmiştir. Bu hal muhalefete somut olarak şunu yaptırır diyemem. Ama şundan son derece eminin… Birçok şuursuz ve iyi değerlendirilememiş adım atacaklar. Bu adımlarla da kendi kendilerini zor durumlara sokacaklar…”
Muhalefetin atacağı şuursuz adımlara dair önceden “net” konuşmak elbette müneccimlik olurdu; sahibini de itibarsız yapardı. Fakat geldiğimiz noktada görünen, alınan birçok kararın isabetsiz olduğudur.
Çatı aday konusunda yaşananlar, ittifaklarda oluşan uyumsuzluklar, Cumhurbaşkanı adaylarının –özellikle CHP ekseninde- kendine olan güvensizlikleri, yerini beğenmeyen adayların istifaları, aday gösterilmeyenlerin itirafları ve öfkeleri vs. daha çok uzanabilir bu cümle; ama anlayana fazlasıyla kâfidir…
Biz bu savrulmaların bir tanesinden devam edelim isterseniz; ortaklık bozulunca gelen itiraf meselesi olarak…
Bu itiraflar iktidara karşı oynanan “oyun”un boyutlarını ortaya dökmesi bakımından da çok önemli; bir de bizim gibileri “niyet okuyucusu” olmaktan çıkarmaları bakımından tabi. Biz, “Bu CHP’nin FETÖ ile simbiyotik ilişkisi var” derken, birileri bize “abartıyorsunuz, haksız bir suçlama yapıyorsunuz” diyorlardı.
Peki neymiş? Son yayınlanan haberlerde -üstelik açık olarak ve video kayıtlarıyla- Eren Erdem’in Milletvekili sıfatını kullanarak Fransızlara MİT’i nasıl kötülediği hatta ülkesini “sattığı” ortaya döküldü mü? Döküldü…
MİT belgeleri meselesinin CHP’nin işi olduğu artık ayan beyan ortada yani… Belki de işin ucunun kendisine varacağını düşündüğü için bir parti genel başkanı, sözde “adalet” maskesiyle Ankara’dan İstanbul’a 69 yaşında yürüdü… Şuna inanmış ve ifade etmiştim; “Bir insan 69 yaşında başkası için bu yolu yürümez, göze almaz.” Artık bu açık itiraflar sayesinde ben de çok daha açık olarak bu inancımı yineliyorum.
“Öküz öldü, ortaklık bozuldu.” CHP, üzerine çalınan bu lekeyi nasıl temizler bilemem. Ama bir iktidar oyunu için bunca şeye gerek var mıydı? Bence hayır.
“Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.” Bu huyun “rezil” ettiği biri olmamak için açık ve şeffaf olmaktan başka yol tutmamak gerekliymiş; bir kez daha anlamış ve müşahede etmiş olduk…