Orta Doğu, Amerika ve İsrail

Abone Ol

Konuyu daha iyi anlayabilmek için öncelikle Batı için önemli ve önemsiz toplumları tespit etmekte fayda var.

Bu noktada Ahmet Ağaoğlu’nun “İngiltere ve Hindistan” çalışmasında yaptığı tasnif, oldukça dikkat çekicidir.

Zira zihniyet olarak ABD’nin, İngiliz siyasetinin temsilcisi olduğu konusunda da hiçbir şüphe olmadığına göre, Ağaoğlu’nun tasnifi ABD’yi de içine almaktadır.

“İlk sırada İngilizler -ABD için kendisidir artık-, ikinci sırada beyaz renkli Avrupalılar ve Amerikalılar, üçüncü sırada da insan ve hayvan arasında yer alan ama dünyanın kahir ekseriyetini oluşturan diğerleri gelir.” diyor Ağaoğlu.

Bu zeminde Orta Doğu insanının yerini tahmin etmek zor değildir.

Üstelik Orta Doğu XX. yüzyılın başlarında siyasi amaçlarla ortaya atılmış yeni bir coğrafî kavramdır.

İlk defa 1902 yılında Amerikalı bir deniz subayı tarafından kullanılan bu tabir (middle east) II. Dünya Savaşı yıllarına kadar fazla benimsenmedi. 1939’da Amerika’da kurulan “Middle East Supple Center” adlı ekonomik kuruluş Orta Doğu ifadesini kullanılır hâle getirdi.

Ahmet Ağaoğlu, bir dönem İngiltere adına Hindistan Valiliği de yapmış olan Lord Curzon’un ifadelerini de ondan bağımsız olarak tekrarlar gibidir, “Birçok devlet sırf Hindistan yolunun güvenliği için işgal edilmiştir.” sözleriyle.

İngiltere, kendisi için vazgeçilmez bir insan ve para kaynağı olan Hindistan’a giden yolların güvenliği için nasıl ki yapmadığını bırakmadıysa ABD’de Orta Doğu politikasını etkin kılmak için yapmadığını bırakmadı.

Bugün İsrail ile ilgili bütün politikaları da bu temel anlayışın bir parçasıdır kuşkusuz; Batı’nın karakolu çerçevesinde.  

II. Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’daki çıkarı ve ilgisi önce Kuzey kuşak üzerinde gelişti.

1947’de Truman Doktrini’yle Türkiye ve Yunanistan’ı Sovyet tehlikesi karşısında -güya- güvence altına aldı; 1952’den itibaren Eisenhower yönetimiyle birlikte bölgeye ciddi bir ilgi göstermeye başladı.

Sovyetler’i çevrelemek amacıyla Kuzey kuşak kavramını geliştirdi.

Bağdat Paktı olarak ifade edilen bu kuşağın, Orta Doğu’daki ABD “büyük oyunu”nun ilk ve en güçlü halkası olduğu ifade edilebilir; yeteri kadar etkin olmasa da.

Bu büyük oyun, çeşitli zayıflıkları sebebiyle kendini savunamayacak bölge ülkelerinin, Sovyet tehdidine karşı korunması üzerineydi.

Ve bölge ülkelerinin gönüllü olarak ABD’nin bölgedeki eli, kolu, gözü, ayağı, kulağı olmaları demekti diğer taraftan.

ABD bölgede işte bu destekler sayesinde -Türkiye 15 Temmuz ile özgürleşse de- hâlâ etkisini ve zulmünü devam ettirebilmektedir.

 Zira Etienne de la Boétie’nin meşhur eseri olan “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”i işte bu mutlakiyetçiliğin nasıl geniş bölgelerde etkili olduğunu 14. Louis için yazdığı satırlarda çok etkili bir lisanla ifade eder: “Sizi buyruğu altında tutanın sadece iki gözü, iki eli, tek bedeni var, büyük ve sayısız şehirlerimizdeki en sıradan insandan fazla bir şeyi yok, elbette kendinizi yok etmek için ona tanıdığınız avantajlar hariç. Sizi gözetlemek için kullandığı bunca gözü nereden aldı, tabii siz onları ona kiralamadıysanız? Sizi dövmek için onca eli nereden temin etti, elbette sizden almadıysa? Şehirlerinizi çiğnediği ayakları nereden aldı, tabii onlar sizinkiler değilse? Nasıl oluyor da sizin üzerinizde bunca nüfuzu var, tabii bu sizin aracılığınızla olmuyorsa? Onunla iş birliği yapmasaydınız, üzerinize yürümeye nasıl cesaret ederdi.”

Evet, artık hepimiz ABD’nin geleneksel İngiliz siyasetinin, günümüzdeki aşağılayıcı siyasetinin temsilcisi olduğunu çok iyi biliyoruz.

Onu bu bakışından koparmak çok mümkün de görünmüyor.

Fakat ona bu bölgede bizden olup da el, ayak, göz, kulak olan gafilleri, aldanmış idarecileri uyandırmak için çok daha fazla çaba göstermek zorundayız.

Bunu başardığımız gün, ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun hiçbir zalimin, bizim aramızda zulüm yağdırarak dolaşması mümkün olamayacak.

Bunun yolu da güçlenmekten ve birlik olmaktan geçiyor.

Ve elbette bölgedeki zayıfların yine bölgedeki güçlüler tarafından samimiyetle korunmasından.

Ancak o zaman, “bölge dışından bir koruyucu arama” fikrinden kopabilirler.

Bu süreçte de Türkiye’nin rolü hem tarihî hem de güncel gerçeklerle pekişmektedir…