1994 yerel seçimleriydi. Pakistan’da birlikte okuduğumuz arkadaşlarımızla Karaçi’de kaldığımız yurdun çatısında Türkiye’nin Sesi radyosuna adeta başlarımızı gömmüş, spikerin bir gelen bir giden sesini duymaya çalışıyorduk. Uykusuz geçen bir gecenin ardından gün ağarırken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı Melih Gökçek’in kazandığını duyduğumuzda yürekleri Büyük Türkiye davasıyla çarpan gurbet öğrencileri olarak Hint Okyanusu kıyılarında gözyaşlarına boğulmuştuk. O gün gözyaşlarımız yeni bir fetih ve yeni bir zafere adanmış çile gözyaşlarıydı.
Hilafetin başkenti İstanbul ve Cumhuriyetin başkenti Ankara’nın birlikte fethi, Türkiye’nin aslına rücu sürecinin başlangıcı, diğer bir deyişle yeni bir çağın kapısını aralayan önemli fetihlerdi.
O yıllar çile yıllarımızdı. Koltuklarımızın altında şimdiki yeni neslin asla hatırlamayacağı dava liderlerimizin VHS ve BETA kasetli video cihazlarıyla ev ev, kahvehane kahvehane gezer davamızı tebliğ eder, propagandamızı bir ibadet gibi yapardık. “Yahudi bilseydi ki bu video cihazı bu amaçla kullanılacak asla icat etmezdi” der sinsi sinsi gülerdik…
Henüz jöle ve briyantin icat olunmamıştı. Tek sevgilimiz davamızdı. Lise yıllarımızda, gece teşkilat binamızda gerçekleşen sohbetlere dışardan gelenlere tepside çay ikram etmek için adeta yarışırdık. Çünkü bu davanın çaycısı olmak büyük bir onurdu, şerefti. Hele solcu biri gelmişse o gün toplantımıza, etrafında pervane olurduk. Davamıza karşı yumuşayan kalbi ve partimize temayülü bizi gözyaşına boğar, bugün bir insanı daha ateşten kurtardık der havalara uçardık.
Gözyaşlarımız davamızdan, gözyaşlarımız çilemizdendi… Ya elektrik direklerine pankart, bayrak asmaya ne demeli… En büyük keyfimizdi ve eğlencemizdi bu… Davaya kurbanlarımızı elektrik direklerinde verirdik kimi zaman. Kahverengi üniformalı, eli coplu, ağzı düdüklü gece bekçilerinin hüküm sürdüğü anarşist yıllar Türkiye’sinin duvarlarına “Tek Yol İslam” yazıp meydan okurduk zulme…
Ve dahası, belki de en önemlisi fakirdik… Ama fakirliğimiz en büyük zenginliğimiz ve gücümüzdü… Nizip’in mazlum dava adamları; uzun çarşı esnafları Kazakçı Ahmet, Kunduracı Hacı Ömer, Elektrikçi Şadan, Kuyumcu Reşat ve daha niceleri hafta içi-hafta sonu demeden güç bela çocuklarının rızıklarını temin ettikleri dükkânlarının kepenklerini indirir, ya kiraladıkları ya da ödünç alıp benzin çektikleri araçlarla köy köy parti çalışmaları yaparlardı. Bu onlar için bir cihaddı… Peygamberin seriyyeleri gibi yayılırdık şehirlere; mahalle mahalle, kasaba kasaba, köy köy.
Mütevekkildik… Ne beklersek Allah’tan bekler, ondan dilerdik… Güce asla itaat etmez boyun eğmezdik. Bildiğimiz mutlak tek güç Allah’tı. Seçimler yaklaştığında teşkilat üyeleri kendilerini dava kardeşlerine değil, dava kardeşlerini kendilerine tercih etmek için yarışırlardı… Ben mi yanlış hatırlıyorum yoksa bir rüya mıydı tüm bu hatırladıklarım?
Ve kadınlarımız… Bileziklerini hilafetin bekası için feda eden Pakistan kadınları gibi inanmış ve adanmış kadınlarımız. Davadan bilezik edinen değil davaya bilezik adayan mütevekkil kadınlarımız. Bir ellerinde karanfil diğer ellerinde küçük bir kahve paketi, titreyen yürekleriyle tıklatırlardı apartman dairelerinin kapılarını: “Kendi kahvemizle geldik kapınıza. 5 dakikalık bir kahve sohbeti için müsaadeniz var mı?” Ürkek çalınan her kapı bir fetih ve bir zaferle sonuçlanırdı. Bütün bir şehir apartman apartman, daire daire düşerdi davanın kollarına… Sonra analarımızın duaları ve her seçim öncesi göklerden vahiy vahiy yeniden inercesine hatmedilen Kur’an-ı Azimüşşanlar…
Bizi kadınıyla-erkeğiyle, fakiriyle-ser sefiliyle bu davaya meftun kılan tek şey çilemizdi.
Ve bugün Türkiye Müslümanları maalesef bir çile sendromu yaşıyor. Çilemizden ne kadar uzaklaşırsak yörüngemizden fırlar, rotamızdan da o oranda saparız. İktidar ve güç bize çilemizi unutturmamalı. Yeryüzünün Doğu ve Batı yakasında Kuzey’den Güney’e ayağına diken batan Müslümanlar var oldukça mümin çilesiz kalamaz.
Bizi biz yapan tek şeyin çilemiz olduğunu belki de en çok şu günlerde hatırlamamız lazım…