Gönlüme ne fısıldanıyorsa işte ben de onu yazıyorum. Hal böyle olunca “evlatlarımız’’ olacak inşallah bu haftaki yazımızın konusu. “Tüm bu vaveylanın ortasında şimdi sırası mıydı? ‘’dediğinizi duyar gibi oluyorum. Lakin dostlar bu mevzu önemli. Bilesiniz ki kanımızdan canımızdan olan, yüreğimizin nadide mücevherlerini çok ama çok ihmal ediyoruz. Onlara hak ettikleri ilgiyi, sevgiyi ve merhameti yeterince göstermiyoruz. Yoksa hak etmelerini mi bekliyoruz? Ne dersiniz?
Evet, kıymetli dostlar; evlat sevgisinin tarifi çok zordur. Hele hele evladı olmayanların bu karşılıksız sevgiyi anlaması ise çok daha zordur. Çünkü karmaşık gibi görülen bu durum, sevgiden de öte insana kendini unutturan ayaklarını yerden kesen bir bağımlılık durumudur. Bu dünyanın en güzel duygusunun adı esasen sevgi değil aşktır. Hem de çocuk doğduğu andan itibaren başlayan ve ölümsüz bir şekilde süregelen bir aşk… Evlat sevgisi bambaşka bir duygudur. Bu duygu öyle bir duygudur ki; sevgiyi de neşeyi de kederi de özlemi de çaresizliği de ta iliklerinize kadar yaşarsınız…
Peki dostlar, bu kirli dünyamıza buyur ettiğimiz o tertemiz cennet kokulu meleklere, acaba bebeklik dönemlerinde göstermiş olduğumuz titizliği, ilgi ve alakayı çocukluk dönemlerinde de gösteriyor muyuz? Cenab-ı Allah’ın bizlere en güzel hediyelerini, aşkın sevginin ve merhametin simgesi olan yavrularımızı yeterince seviyor muyuz? Ya da Kapitalist düzenin belirlemiş olduğu ölçütlere yahut beklentilerimize göre acaba sevgimizi hak etmelerini mi bekliyoruz? Ya da acaba iş güç kaygısıyla su gibi akıp geçerken yıllar, deyin hele çocuk mu büyütüyoruz, yoksa çocuklarımızın büyüdüklerine hep birlikte eşlik mi ediyoruz? Bilemedim şimdi, ne dersiniz?
Sanırım okula başladıkları andan itibaren bizim onlara olan sevgimiz de sanki karşılıklı olmaya yani başarı endeksli olmaya başlayıveriyor. Peki ama neden? Çünkü bize öyle öğrettiler de ondan… Birden yarış atı misali kendisini büyük bir rekabetin içerisinde bulan çocuklar, eğer bir de esasen hak ettikleri çocukluklarını yaşamaya kalkışırlarsa işte o zaman hiç şansları kalmıyor! Çünkü biz ebeveynler eğer çocuk çok başarılı ise onu çok sevmeye, az başarılı ise daha az sevmeye başlıyoruz… Eğer başarısız olursa hemen ardından homurdanmalar da başlıyor. Ya bu çocuk kime çekmiş bilemedim ki?
Neden mi böyle oluyor? Çünkü mevcut acımasız düzen yıllardır bize bunu habire dayatıyor da ondan. Hani biz onları çok seviyorduk? Ne oldu o bizim, kayıtsız, şartsız, amasız aşkımıza sevgimize? Hepsi yalan oldu değil mi? Şartlar ne olursa olsun hani onları çok ama çok sevecektik? Dostlar eğri oturup doğru konuşalım mı? Seviyoruz ama kendi ayakları üzerinde durabilen ve başarılı olan evlatlarımızı çok daha fazla seviyoruz. Evlatlarımız arasında ayrım yapıyor aşkın, sevginin, merhametin, acının, fedakârlığın ve sabrın sınanmasına hep birlikte yenik düşüyoruz.
Hiçbir anne ve baba çocuğunu sevmediğini asla kabul etmez ve hemen inkâr yoluna giderler. Çocuklarına karşın ilgisizliklerine ve sevgisizliklerine türlü türlü bahaneler uydururlar. Evlatlarına olan ilgi ve sevgiyi sürekli ertelerler. Çünkü ebeveynlerin öncelikleri çok ama çok başkadır. Her daim halletmeleri gereken onların çok daha mühim işleri vardır.
Oysa çocuklarımızın karşılıksız olarak hak ettikleri o güzelim sevgi asla ertelenemez. Sevgi görmeyen ilgisiz bir çocuk, kendini o evde fazlalık gibi hisseder ve yaptığı her şeyin ebeveynlerini rahatsız ettiğini düşüncesine kapılır. İşte o zamanda o en delişmen günlerinde ebeveynlerinden bulamadığı sevgiyi sosyal medyada ya da sokakta aramaya başlarlar. Aradığı sevgiyi ve ilgiyi orada bulduğunu sanır ve aldanır. Ve bir süre sonra da üzerine titrediğimiz çocuklarımız, bir sabun misali elimizden kayıp giderler.
Kıymetli dostlar; bir çocuk sevgisiz büyürse önce kalbi kırılır sessizleşir sonra da hırçınlaşarak saldırganlaşır. Huzursuz davranmaya ve içerisinde anlamsız korkular ve fobiler geliştirmeye başlar. Çevresine veya yaptığı işe konsantre olmakta ya da dikkatini vermekte güçlük çeker. Kafası karışık ve huzursuzdur. Sosyalleşemez ve sosyal beceri de kazanamaz. Sevgi görmeyen bir çocuk ürkektir kendisine ve çevresindekilere karşı güveni kalmamıştır her şeye şüphe ile bakar. Bazen inatçı bazen de yaşına göre son derece durgun olabilir. Ama genel olarak ezik, ürkek, üzgün, itaatkâr ve her daim destek görmeye açtır.
Gelin evlatlarımız ile olan sevgimizin arasına dünyalık şeyleri sokmayalım. Çocuğu sevmek demek, onu maddiyata paraya pula boğmak demek değildir. Çocuğu sevmek demek, her istediklerini anında yerine getirmek değildir. Çocuğu sevmek demek, eline son model akıllı telefonu ya da bilgisayarı verip odasına hapsetmek de değildir. Çünkü çocuk kendisine verilen maddi şeylerle mutlu olmaz. Çocuğu sevmek demek, “Ona vakit ayırıp ona ilgi göstermek’’ demektir. Onunla birlikte gülmek, oynamak, sohbet etmek, şakalaşmak ya da sıkıntılarını dinleyip birlikte çözüm üretmek demektir…
Beynimize yerleştirilen bu putları bir an önce kırıp, saksılara ümit ekmeye devam edelim. Allah’ın emaneti olan ve karşılıksız sevdiğimiz yavrularımıza erkek kız ayırt etmeden eşit davranalım. Her konuda olduğu gibi bu konuda da fahri kâinat efendimizi örnek alalım. Bildiğiniz üzere Peygamber Efendimizin çocuklara olan şefkati ve sevgisi de bir başkaydı. Bir çocuk gördüğü zaman Peygamber Efendimizin mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplar, çocukları hemen tutar, kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi. Çocuklarımızı her daim sevmemizi ve öpmemizi tavsiye eden efendimiz “Küçük çocuğu olan, onun hatırı için çocuklaşsın” diye buyururken, diğer taraftan da kalbinin katılığından şikâyetçi olanlara da “Yetimin başını okşamayı, onları sevmeyi ve onlara ikram etmeyi” öğütlerdi… Yıllar boyunca büyüklerin yanında çocuk sevilmez! Diyerek çocukları ile anne ve babalarının arasına duvar örenler, farkında mısınız bilmiyorum ama bugün torunlarını kucaklarından hiç ama hiç indirmiyorlar, onları öpüp severek hatalarının üzerlerini kapatmaya çalışıyorlar. Her ne kadar tuz kokmaz asil azmazsa da, sade suya da tirit bahaneymiş… En azından aynı yanlışa bizler de düşüp gelecek nesillere kötü örnek olmayalım…
Ez cümle demem o ki kıymetli dostlar; yaşam ile ölüm arasındaki berzahta, daha doğar doğmaz o küçücük eliyle parmağımızı kavralayan yavrularımızı yalnız bırakmayalım. Bizler onların hem yoldaşları hem de sırdaşlarıyız. Batı batı diyerek bizleri besmelesiz batılılara benzetmeye çalışanlara, ahlaki ve ailevi açıdan batırmak isteyenlere, on sekiz yaşındaki evladını özgürlük martavalı ile sokağa bırakan çukurlara asla kulak asmayalım. Hem zaten bizim inancımız da örf ve adetlerimiz de asla buna müsaade etmez. Bizim atalarımızdan, dedelerimizden kalma çok derin ve güzel bir aile kültürümüz vardır; bizde babalar çocuklarının kahramanıdır. Oğlan babadan öğrenir sofra açmayı, kız anadan öğrenir biçki biçmeyi. Oğlan anneye, kız babaya düşkündür. Kız çocukları fıtratları gereği kendilerini hep sevdirirler. Kaç yaşına gelirlerse gelsinler onlar bizim bir türlü büyüyemeyen küçücük çocuklarımızdır. Babalar, baba olduklarını esasen kız çocukları doğduktan sonra fark ederler…
Sözü söze dizerek çok şükür yazımızın sonuna geldik. Bu haftaki yazımı da kafası İsviçre saati gibi çalışan sabilerimize Şair Behramoğlu’nun bir öğüdü ile bitirmek istiyorum: “Anne gezindiğin bağ, baba yaslandığın dağdır. Ömrünün en güzel çağı annen ve babanla olandır…’’
Selametle…