Düşünme ve yaşama biçimi, insandan insana aktarılan bir miras gibidir. Hangi ortamda ve kimlerle bulunuyorsak, gördüklerimiz ve duyduklarımız zihnimize kaydolur ve giderek bize yerleşir. Bir şeyi ne kadar çok görürsek, o kadar normalleştirme eğilimi oluşur. O yüzden de, insanın kendisini koruması için, değerlerine ters düşen şeylerden uzak durması, seyretmemesi, bir kere bile olsa denememesi, zarar verenlerle, yanlış düşünenlerle fazlaca bir araya gelmemesi tavsiye edilir. Özellikle yakın olduklarımızla benzerliklerimiz daha fazladır. Toplumdaki ağırlıklı olarak var olan bakış açısı ve hitap biçimlerini sorgulamadan ve daha doğrusunu edinmeden tepkisiz kalır ve alışırsak, kendimizi bunu savunurken ve sevmiş olarak bulabiliriz. Çünkü uzak kalmadığımız şeye yakınlaşırız.
Üzerimize ten rengi gibi yapışan ve bir türlü koparıp atamadığımız bir alışkanlığımız var ki, o da ilk önce olumsuzu fark etmemiz. İlâveten son derece iyi bir niyetle bu durumunu düzeltsin diye kişiye bunu sürekli söylememiz ve üstelik söylerken de çoğunlukla özensiz bir dil kullanmamız. Bu da son derece zarar veren bir tutumdur.
Anne çocuğunun ilk önce yapamadıklarını, eksik bıraktıklarını, olumsuz yönlerini arar ve görürse, sürekli eleştirilip beğenilmeyen çocuk, ‘ben iyi bir şeyler yapamam’, ‘ben yetersizim’ diye inanmaya başlar ve giderek gerçekten de öyle olur. Çünkü beyin ağzımızdan çıkanları emir kabul eder. Çocuk anne babasının söylediklerine inanır, artık o pencereden bakmaya, o etikete göre hareket etmeye başlar ve kendisi de bunu dillendirir. Oluş ve bozuluş kanunlarına göre, kişinin nasıl olacağı, neye inandığına bağlıdır. Anne baba istemeden de olsa yanlış şeye inandırırlarsa, sonra da bunu düzeltmek için uğraşmak zorunda kalırlar.
Aynı durum eşler için de geçerlidir. Eşinin birçok olumlu özellikleri vardır fakat bir türlü bunu göremezse ve yaptığı bir iki olumsuz şeye takılarak, sürekli eleştirip aşağılarsa, sevgi ve takdir de göremezse, duyguları zayıf kalır. Giderilmemiş ihtiyaçların birikmesi, duygusal patlama, işine odaklanamama, en ufak bir şeyde bile tepkisel davranma, kendisine olan inancın kaybolması ve mutlu olamama gibi, engel olamadığı sıkıntıları yaşatır. Devamında, eleştirmekten sevgiyi ve değeri hissettirmeye vakit kalmadığından, zihin bunları yok sayar. Artık eşinin kendisini beğenmediğini, sevmediğini düşünen eş, hayatın tadının çekildiğini hisseder. Ya dışa dönüp agresifleşir ya da içe dönüp depresyona girer. İkisi de yıpratıcıdır ve önce insanın kendisine ve daha sonra da birlikte olduklarına ciddi sıkıntılar yaşatır. Psikolojik rahatsızlıklar ve psikosomatik hastalıklar dediğimiz kökeni psikolojiye bağlı pek çok bedeni rahatsızlık, yağmur yağınca ormanlarda beliriveren mantarlar gibi, insanda belirmeye ve hayatı zehir etmeye başlar. Bu seferde hasta ve hastalığa vurgu yapılıp hastalık sebebi es geçilince, hasta eden şikâyet etmeye devam ederken, hastalandırdıkları tedavi olmaya çalışır. Hayatın genel bir kuralı vardır, ‘sebepler değişmeden sonuçlar değişmez.’ Değişmeyen sebepler rahatsızlığın iyileşmesini engellerken, muhatabının öfke biriktirmesine, adalet duygusunun zedelenmesine, hayata ve insanlara küsmesine de sebep olur.
Gelecek yazının konusu, Peki o zaman ne yapmalıyız?