Her şey düşer;
Gül düşer, can düşer, baş düşer…
Vatan düşmez, bayrak düşmez…
Şeyh Şamil
Ahir zaman… İsmi tam da bu yaşadığımız vaktin. Daha güzel tabir olunamazdı muhtemelen. Son dem, son zaman, son vakit… Daha evvel dediğim gibi; biz ahir zaman çocuklarıyız, bahardan sonra gelen dünyaya, gece doğmuş çocuklar gibi… Babaannem “Biz dünyadan gece geçtik” derdi, mekânı cennet olsun ama bence yanılıyor. Ya da onlarınki geceyse bizimki zifiri karanlık… Son birkaç vakittir yaşadıklarımızı görseydi muhtemel ki pişman olurdu bu söylediğinden. Eskiler güzelmiş, eskiden güzelmiş… Dünya bu kadar büyümüş olmadan, yani tam manasıyla sınırları bilinmiyorken, küçükken dünya, yani eskiden, eskiyken güzelmiş gerçekten ve eskiler güzelmiş… Ahir zaman bizim zamanımız. Aydınlıktan evvel karanlığı, güneşten evvel ayı, beyazdan evvel karayı gören… Ve bizim vaktimizde mutadın dışında yaşanıyor bazı şeyler. Dünya kendinden başkalaşıyor, sadece değişmiyor bence farklılaşıyor, yabancılaşıyor ve çirkinleşiyor biraz da. Aslında bunu biz yaptık ve hâlâ da yapıyoruz.
Dünya artık çok hızlı dönüyor kâri. Sanki sekerat halinde ya da can çekişiyor. Bir evvelki gün olanlara hayret etmeye vakit bırakmıyor bir sonraki gün olanlar. Zaman yine yılla, ayla, günle, saatle hesap ediliyor belki ama bir bana mı öyle geliyor bilmiyorum yıl ay, ay gün ve gün saat gibi geçiyor ve biz çabuk yaşlanıyoruz. Daha çabuk yoruluyor, daha fazla büyüyor ve sanki daha çok ve daha çabuk ölüyoruz. Ama ne diyelim; sonumuz hayrolsun.
Yine de bütün bunca ahvalin içinde sinemize imanı koyan, bir vatan, bir toprak ve bir bayrak altında onuruyla, şerefiyle ve namusuyla yaşamayı, diklenmeden dik durmayı, Hakkı’n yanında olmayı, zalimin karşısına çıkıp hesap sormayı ve mazlumun elinden tutmayı, gözümüzde halen dahi var olan merhamet yaşı ile mazlum bir çocuğa ağlamayı, yeniden ensar olmayı, hainlere karşı bir, beraber ve kardeş olmayı, vatan diye bir sevdayı gönülde taşımayı, şerefiyle yalnız ve kimsesiz bırakılıp bazen ama kimsesiz bırakılmışlara da kimse olmayı nasip eden Allah şükürler olsun.
Ve sonra asırlar boyu bir yeşil sancak uğrunda baş vermeyi onur sayıp da bir an dahi tereddüt etmeden canını veren, on dört asırlık bir muştuyu kendine şuur edinip de en uzak diyarlara kadar giden, atının durduğu yeri vatan bilip çok ırak topraklarda ölen, gönlünde Peygamber müjdesi, sinesinde Yesevî nefesi, dilinde Itrî’nin mübarek bestesi, kulaklarında Kevser’in sesi ile diyar diyar yürüyen ve hak için, hakikat için, vatan için ve Allah için can verenlere ve hem yine aynı dert, aynı dava ve aynı şuurla tankların altında, babasının yanında, anasının kucağında yalınayak, silahsız ve sırf namusu, vatanı, milleti, devleti ve imanı için can verenlere rahmet olsun.
Ve elbette lanet olsun bunca mukaddes bir davanın kurulduğu bu topraklarda fesat çıkaranlara, ihanet denen pislik çukurunun içinde kendi pisliklerini yiyerek içi pislikle dolmuş ve büsbütün pislik olmuş ve asırlardır aynı hain sülalenin kan bağıyla değilse de ihanet bağıyla akrabası olanlara, masum insanların üzerine silah doğrultan, insandan doğmuş ama insan olamamışlara, çocukların üzerine bomba yağdıran, anaları evlatsız, babaları kanatsız, çocukları yetim bırakanlara ve bence bütün bu zulmü, ihaneti, vahşeti görüp, duyup, bilip de susanlara da lanet olsun…
E şimdi sen söyle kâri… Ahir zaman değil mi bu yaşadığımız zaman? Dünya sence de sekerat halinde değil mi? Can çekişmiyor mu sence de? Başkalaşmıyor, farklılaşıyor ve çirkinleşmiyor mu? Belki de bazıları “hayır” diyecek “olmuyor” diye söylenecekler. Ne diyeyim? Öyle olsun…
Ve Cuma bugün kâri. Mübarek olsun…