Öksüz medeniyetin izinde: Endülüs -II-

Abone Ol

KURTUBA

Ronda’dan Kurtuba’ya geçiyoruz. Kurtuba, Endülüs devletinin başkenti, kültür, sanat, mimari ve ilim merkezi idi. İslâm sanatının zirve eserlerinden birisi burada: Kurtuba Ulu Camii. Guadalquivir (Vad’il Kebir) Nehri üzerine kurulan Roma Köprüsü’nden yürüyerek Kurtuba Ulu Cami’ine gidiyoruz. Köprüden kubbeleriyle cami çok güzel görünüyor. Camie girmek için yüksek duvarlı yoldan ilerleyerek giriş bölümüne geliyoruz. Camiin önünde yüksek ağaçlı bir bahçe var. Emevi hükümdarı 1. Abdurrahman zamanında başlanan camiin tamamlanması 200 yıl sürmüş. Her gelen hükümdar bu güzel mabede eklemelerde bulunmuş. Camiin içi sütunlarla bölümlere ayrılmış. Mihrabı ve minberi altınla tezyin edilmiş. İspanyolların eline geçince şehir de, cami de büyük hasar görmüş. Camiin ortasındaki sütunlardan bir kısmı yıkılarak kiliseye dönüştürülmüş. Camiin ortasında kilise tuhaf bir çelişki oluşturuyor. Genelde camiler aydınlık mekânlardır; ancak sanıyorum Endülüs’ün şaheseri iyi görünmesin diye meşhur at nalı tarzında yapılan pencereleri kapatmışlar. Olsun, güneş balçıkla sıvanmaz ki! Cami bütün maneviyatıyla ortada.

GRANADA

Granada’da şehir merkezinde bir otele yerleşiyoruz. Otel yeni olmasına rağmen geleneksel Endülüs desenleriyle etrafı süslemişler. Hattâ lokantanın duvarlarını “La galibe illâllah” hattıyla dekore etmişler. Otelin önündeki caddeden Albayzin’a giden minibüslere binerek tepede bulunan meydana çıkıyoruz. Burası şehre hakim bir tepe ve üzerinde küçük bir meydan var. Meydanın tam ortasında Nikolas Kilisesi bulunuyor. Kilisenin bahçesinden El Hamra bütün ihtişamıyla yeşillikler içinde kırmızı bir abide gibi duruyor. El Hamra’nın arkasında ufukta görünen yüksek dağlar İspanyolların zulmünden kaçanların sığındığı yerler. Hatta bu dağlar için son Endülüs hükümdarı Abduh’un (Ebu Abdullah) ah çektiği yerler olarak anılıyor. Abduh’un Granada’yı teslim ederken ağladığına şahit olan annesinin “Adamlar gibi savaşmadın, şimdi karılar gibi ağlıyorsun” diye oğlunu azarladığından bahsediyorlar.

Meydanda kilisenin yanında ibadete açık bir cami var. Bahçeli, modern bir cami, ama tarz olarak Endülüs mimarisine uydurulmuş. Burada ezan sesi dışarıdan duyuluyor. Camiin arkasında İngiliz asıllı Müslüman Abdülkadir es-Sufi’nin cemaatine ait bir tekke bulunuyor. Camide namaz kılıyor ve Endülüs Müslümanlarına dua ediyoruz. Cami çıkışında burası hakkında bilgi veren mühtedi bir Müslüman’la sohbet ediyoruz. Adının İbrahim olduğunu söyleyen beyefendi tekkenin arkasında lokanta ve kafeteryaları bulunduğunu, orada helâl yemek bulabileceğimizi söylüyor. Öğle yemeğini yemek, hem de biraz bilgi almak maksadıyla bizi davet eden arkadaşı takip ediyoruz. Burası hediyelik eşya satan, kafesi ve lokantası olan küçük şirin bir mekân. Burada öğle yemeğini yerken İbrahim Bey’le buradaki Müslümanlar hakkında konuşuyoruz.

ENDÜLÜSLÜ İBRAHİM

İbrahim Bey önce kendisinin nasıl Müslüman olduğunu anlatıyor. 60’lı, 70’li yıllarda hippilik meşhurdu. Batılı gençler ülkelerinden çıkarak Nepal’in başkenti Katmandu’ya giderlerdi. İbrahim Bey de arkadaşlarıyla Nepal’e gitmek üzere yola çıkıyor. Sohbet sırasında benim Erzurumlu olduğumu öğrenince yol güzergâhlarının Erzurum’dan geçtiğini ve orada konakladıklarını söyledi. Hattâ Erzurumluların kendilerine çok yardımcı olduğunu, dönüş sırasında paraları kalmadığı için misafir ettiklerini, ceplerine de harçlık koyduklarını anlattı.

İbrahim Bey ve arkadaşları Afganistan’da iken otostop yaparak bir arabaya biniyorlar. Arabanın ön tarafında geleneksel Afgan kıyafetli kalpaklı bir adam oturuyor. Adamın duruşu İbrahim Bey’in dikkatini çekiyor. Adam yabancı gencin kendisini izlediğini hissedince kalpağını çıkarıp ona takdim ediyor. Yolda dostluk ilerliyor. Gençleri akşam yemeğe davet ediyorlar. Gençler de kabul ediyor, akşam yemeğe gidiyorlar. Gittikleri yer bir lokanta değil, herkesin bağdaş kurup oturduğu bir mekân. Başköşede yolda kendisine kalpağını veren adam oturuyor. Adam bir şeyler anlatıyor, diğerleri dinliyor. Bu tablo İbrahim Bey’i etkiliyor. Sonra burasının bir dergâh olduğunu öğreniyor ve burada Müslüman oluyor.

Sohbeti bitirdikten sonra dükkânda bulunan küçük hediyelik eşyalardan satın alıyoruz. Gözüme küçük ambalaj içinde üzerinde “Endülüs Çayı” yazan paket takılıyor. Daha sonra tadına bakma fırsatı bulduğum çaydan birkaç paket aldım. Dükkândan ayrılırken uzun zaman önce Müslüman olmuş bir İspanyol bize yol gösteriyor.

EL HAMRA (KASRUL AHMAR)

Bir belediye aracına binerek El Hamra sarayına gidiyoruz. Saraya girmek için önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Biletimizi alıyoruz; ancak giriş için epeyce vaktimiz var. Giriş saatine kadar çevreyi dolaşıyoruz. Önce Generalife veya Cennetül Arifin denen bahçeleri ve su havuzlarını görüyoruz. Müthiş bir düzenleme yapmışlar, insana huzur veren bir ortam. Cennetül Arifin’i dolaştıktan sonra sarayı görmek üzere yürüyoruz. Yol boyunca ağaçlı bahçelerin arasında sonradan yapılmış binalar var. Sarayın avlusunda büyük bir kalabalık sıra halinde bekliyor. Sorumlular ziyaretçileri grup grup içeri alıyorlar. El Hamra (Kasrul Ahmar) yani Kırmızı Saray çok sayıda yapının birleşmesinden oluşuyor. Her nokta İslâm sanatının eserleriyle süslenmiş. Müthiş bir ince işçilik. O kadar ince detaylar var ki, kamera ve fotoğraf makinesi bile çözümlemekte zorlanıyor. Çiçeklerle bezenmiş havuzlu bahçeler birer zerafet abidesi. Bu güzellikler karşısında aklıma şu geliyor: Bu tepeye bu abidevi eser yapılmasaydı, burası sıradan bir tepe olacaktı. Ancak Mevlâ’nın insana bahşettiği estetik anlayış ile bu harika sonuçlar ortaya çıkıyor. Saray uzun dönem kendine terk edilmiş ve bakımsızlık nedeniyle epeyce harap olmuş.

Saraydan ayrılarak avludaki burcun üzerine çıkıyoruz. Burçtan Al Bayzın çok güzel gözüküyor. Beyaz evler bir inci gerdan gibi tepeye sıralanmış. Yüksek burcun altından gelen müzik sesleri dikkatimi çekiyor. Bir fener alayı yürüyor. Farklı giysiler içinde, bandolar eşliğinde, gruplar sokak aralarında geçit töreni yapıyorlar. İnsanlar kafalarını ve yüzlerini örten kefen benzeri beyaz örtülere bürünmüşler. Televizyonlarda, Amerikan filmlerinde gördüğümüz Ku Klux Klan kıyafetleri gibi. Bir anlamı vardır mutlaka, ama sorup öğrenme imkânı olmadı.

Burçtan güzel fotoğraflar çekiyoruz. Sonra hava kararınca otele dönüyoruz. Biraz dinlendikten sonra tarihi şehri bir de gece gözüyle görelim diye sokağa çıkıyoruz. Gece mekânlara ayrı bir güzellik katıyor. Gece çirkinlikleri örter. İyi bir aydınlatma çirkinlikleri de örteceğinden gündüz kötü gördüğünüz birçok mekân ve eser gece güzel görünür.

Granada sokaklarında gösteriler gece boyu devam ediyor. Bando takımları, renkli kıyafetler giymiş din adamları yanlarında çocuklarla yürüyorlar. Süslü arabalar, süvariler gösteriye renk katıyorlar. Fakat gösteriler hep dini mahiyette. Sanki Hıristiyanlığın şovu yapılıyor.

Sokak aralarında 1000 sene öncesine dönüyor, adeta zaman tüneline giriyoruz. Yorulduğumuzu anlayınca geleneksel Endülüs desenleriyle süslü bir Fas kahvesine giriyoruz. Burası çok şık bir yer. Tavanlarda geleneksel lambalar yanıyor. Yerlerde renkli halı ve kilimlerle bezenmiş oturma grupları. Selâm veriyoruz, içerdeki genç adam büyük bir içtenlikle selâmımızı alıyor. Kendisinin Faslı olduğunu söylüyor. Arap usulü kahvelerimizi içiyoruz. Yüzyıllar sonra Moriskoların torunları ticaret için tekrar Endülüs’e dönmüş. Kahveden çıkıp Al Bayzın’ın sokaklarına dalıyoruz. Dar sokaklarda pencereleri çinilerle bezenmiş çiçekli vazolarla sizi karşılayan evler bana “Acaba buralarda gerçekten yaşayan birileri var mı? Yoksa bu gördükleri maket mi?” duygusunu yaşattı.

Bütün bu güzellikleri gördükten sonra aklıma bazı sorular geldi. Bunları hem kendime, hem de size soruyorum. Bu evleri, sarayları, kaleleri yapan mimarlar, ustalar kimlerdi? Hangi kitapları okuyup bu sanat anlayışına ulaştılar? Burada yaşayan insanların halet-i ruhiyeleri nasıldı? Çocuklar hangi dersleri görüyorlardı? Eğitim sistemi nasıldı? Bu kadar güzel ortamda yaşayan toplumda suç oranı nasıldı? İnsan ilişkileri nasıldı? Endülüs’ü anlamak için bu soruların cevaplarını bilmek lâzım.

***

1492’te Endülüs düşüyor.

1600’lü yıllara kadar korkunç katliamlar yapılıyor.

Sürgünler yaşanıyor; Kuzey Afrika’ya, Orta ve Güney Amerika’ya.

Aynı dönemde Osmanlı gücünün zirvesinde, ancak müdahale edemiyor. Bir kısım Yahudileri katliamdan kurtararak İstanbul’a getiriyorlar. Osmanlıların yardımıyla az sayıda Müslüman’ın İstanbul’a ve Kuzey Afrika’ya geçirildiğini biliyoruz.

Bugün İspanya’dan İstanbul’a gelen Yahudileri biliyoruz. Peki Endülüs Müslümanları kimler? Morisko diye bilinen dinlerini gizli olarak yaşamak zorunda Müslümanlardan geriye kimler kaldı?