Küresel aynılaşma, hayatı hangi ölçüde ayniyatlaştırdı? Değerler hiyerarşisinin bozulma tarihine dair elimizde sağlıklı bir veri var mı? İhtişamlı Müslüman Orta Çağının sona ermesinden sonra Batı Yeni Çağı, sömürge ve köleleştirme yöntemi ile dünyanın biricik egemeni olmaya başladı. 15. asırda başlayan keşifler çağı, "var olan ve kadim değerlerini medeniyet eksenli bir kültür ve ahlâkla yaşayan" Amerika, Afrika ve Avustralya yerlilerini köleleştirme, imha etme ile başladı. Bunun en çarpıcı ifadesi, "Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız, onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda; bizim İncilimiz, onların da toprakları vardı.”
Batı zenginleştikçe, dini ile ilişkilerini de sorgulamaya başladı. Bu sorgulama sonunda din-toplum-kilise ilişkisi yeniden tanımlandı ve sosyal hayatta din kuralları ortadan kalktı. Muhammed Esed, İslâm'da Yönetim Biçimi isimli eserinde bu durumu şu cümlelerle ifade eder. "Batı halkları, kendilerine özgü nedenlerden dolayı din konusunda hayal kırıklığına uğradılar ve bunun sonucu olarak oluşan sosyal, etik ve siyasal kargaşa, günümüzde dünyanın daha geniş bir kısmına yayıldı. Kararlarını ve eylemlerini her yüce dinin nihai amacı olan ahlâki bir kural kıstasına tabi tutmak yerine bu insanlar, kamu işlerini sürdürmede kişisel menfaatlerine uygunluğu bir zorunluluk olarak görmüşlerdir. Aynı zamanda, her grup, millet ve toplulukta menfaatlere uygunluk konusundaki görüşler farklı olduğundan hem ulusal hem de uluslararası politikada çıkar uğruna şaşırtıcı anlaşmazlıklar ön plana çıktı. Yani bir topluluğun çıkarına olan bir şey, başka bir grup için aleyhte veya aykırı olabilir. Dolayısıyla insanlar çabalarını ahlâki düşünce rehberliğinde ortaya koymazsa, menfaatleri bir noktada çatışmak zorundadır ve birbirleriyle çatışma sürdükçe ortak çıkarları farklılaşacak ve ilişkilerinde neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair fikirleri daha da zıtlaşacaktır." Batı paktı, yaşadığı kaosu 18. yüzyıldan itibaren yeni bir sömürge anlayışına dönüştürerek, önemli ölçüde coğrafyasına çekilir gibi görünse de Amerika ve Avustralya'da yerleşik kaldı.
Fransız İhtilali ile ulusçuluğu dünyanın başına saran Batı; Aydınlanma ile başlayan Sanayi Devrimini, medeniyet anlayışını, kültür ve yaşama biçimini ihraç etmeye başladı. Osmanlıyı doğrudan etkileyen ve toplumu dönüştürecek reformları, yetiştirdikleri aracılığıyla yürürlüğe koyan devşirilmiş kiralık akıl sahiplerinden merhum Cemil Meriç, “Tanzimat’tan sonra Türk aydınına en çok yakışan sıfat: Müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat; düşüncemiz bir gölge-düşünce. Üç edebî nevi itibarda: Taklit, intihal ve tercüme.” ifadeleriyle söz eder.
18. asırdan itibaren Batı’yı taklit ederek ve yeni etiketiyle sunulan her bir değeri kopyalayarak benimseyen ve toplumu emanet bir kültürle yaşamaya mahkûm eden sistem, globalleşme ve teknolojinin hayatımıza hızlı bir şekilde girmesiyle ödünç kültür ve ahlâkî bir anlayışı benimsemeye zorladı. Söz konusu sistem, teknolojiyi ve teknolojinin sınırlarını belirlediği bir kültür ihtiyaçlar listesini lüks ve konfora yönlendiriyor. Yerli medeniyet birikiminden beslenmeyen ödünç kültürle hayatlarımızı işgal eden moda, müzik, yemek, dil, sanat ve diğer birçok alan, bizi gerçekliğimizden ve hakikati anlama şuurundan uzaklaştırıyor.
Ödünç kültür, kültürler arasındaki etkileşimi artırsa da büyük değişim ve yeni büyük bir edebî ve teknolojik yükselişe kaynaklık edemiyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) Lat ve Menat'ın Kâbe'deki varlığına rıza gösterseydi İslâm'ın yükselişi mümkün olur muydu?
Yeni bir şuur iklimi kurma çabası, tevarüs eden hafıza ve aidiyet merkezli anonim kültürle ilişkilendirilemediğinde, insanın kutsalla ve değerlerle ilişkisi bozuma maruz kalır. Türkiye’de herkesin aşina olduğu klişe ifade ile, “mezar taşlarını okuyamayan bir nesil” kiminle, nasıl bir aidiyet tesis edebilir?
Dünya tarihinin Orta Çağ şehirlerinde aidiyeti ifade ve temsil sembolleri Hıristiyan Batı’da katedraller; Müslüman dünyada Selatin - Cuma camileridir. Bu gelenek, Müslüman dünyada Mescid-i Nebevî’nin inşası ile başlar.
Ödünç kimlikler, taklit hayatlar insanın sahici tarafını yok ettiğinden Şayegan’ın ifadesi ile “Melez Kimlikler”in, A. Maalouf’un ifadesiyle de “Ölümcül Kimlikler”in ortaya çıkmasına zemin hazırlar.
Şu tespiti yaparak ve bir hakikati anlamaya imkân sağlayarak sözü bitirmek gerek. Hafızamızı yenileyelim. Kıta Avrupa’sı, İkinci Dünya Savaşı’ndan dolayı, 50 milyondan fazla genç insanını ve milyarlarca dolar olarak telaffuz edilen maddi birikimini kaybetti. Avrupa’nın yeniden imarı için, Avrupa ülkelerinin hemen hemen tamamına, önemli bir kısmının Müslümanlardan oluştuğu mülteci ucuz iş gücü taşındı. Müslümanlar gittikleri ülkelerde kültürlerini, kimliklerini, dini inançlarını, gelenek ve göreneklerini koruyarak yaşamaya ve yaşatmaya çalıştılar. Ara eleman ve ucuz iş gücü olarak çalıştırıldıkları için gittikleri ilk dönemlerde, yerli ve yerleşik toplum tarafından yadırganmadılar ve yargılanmadılar. İkinci nesil Müslüman göçmenler, doğdukları ülkelerin eğitim sistemleri içerisinde kimliklerini koruyarak bir statü kazandılar ve Avrupa ülkelerinin sosyal, ekonomik ve siyasal kurumlarında edindikleri kültürel sermaye ile stratejik mevkilere geldiler ve etkili oldular. Eğitimli yeni neslin kimliklerini koruyarak, özellikle de kadın göçmenlerin giyim ve kuşamları başta olmak üzere dini sembollerini kamusal alana taşımaları, 18. asırdan itibaren kimlik ve kültürlerini dayatarak egemenlik alanlarını genişleten Avrupalılarda, göçmen karşıtı bir tutumun gelişmesine neden oldu. Avrupalıların, özellikle Müslüman göçmenlere karşı negatif bir tutum takınmaları, iki yüzlülüklerinin ve hazımsızlarının bir belgesi olarak okunmalıdır.
Medeniyetini kötüleyerek, küçük görerek, görmezden gelerek enkaz haline getiren bu coğrafyanın çocukları, taşındıkları ve "kiracısı olmaya" çalıştıkları dünyaya tutunamadılar. "Mazi ile alakamızı yeni baştan kurmaya" olan ihtiyaç görmezden gelinemez.