Beş kişiyiz. Akşamın karanlığından, müdavimi olduğumuz çay ocağına sığınmış, dumanı tüten çaylar eşliğinde, ülkücü bir ağabeyin 80 öncesi hatıralarını dinliyoruz.
Masamıza iki yirmilik bırakan bir sima sohbeti bölüyor. Çay ocaklarının meczubu eksik olmaz. Bu şahıs hakkında ilk zannım o an bu oluyor. Belki de beni bu zanna iten yüzündeki müthiş mutluluk ifadesi. Öyle ya, bu zamanda bu huzur dolu ifade kaç kişide görülebilir? Masaya koyduğu parayı iade etmek için uzattığımızda, ısrarla reddediyor.
“Bu masaydı” diyor. “Bu parayı almalısınız. Evime dönüyorum. Helallik almaya geldim.” Biz, “Ne helalliği, sen kimsin, biz sana para vermedik ki” gibi sorular sorarken, ısrarla “Bu masaydı” diyor. Masadan bir kişi “fi sebilillah” kardeşim deyince parasını geri alıyor, “O zaman çay ısmarlayayım” diyor. Ve bu mutmain kalpli kardeşimiz masamıza misafir oluyor.
“İki sene önceydi, karnım açtı. Bu masada oturanlar bana para verip karnımı doyurdular” diyor. İşte bu cümleden sonra, bir anda zor anlaşılan bir Türkçesi ile Hayatüs Sahabe sayfalarından çıkmışçasına konuşan birisine dönüşüyor.
Adı Ömer. 3 çocuk babası. Aslen Uygur, Afganistan Kunduz bölgesinde ikamet ediyor. “Kestel’de iş bulup çalıştım. Yarın dönüyorum.” “Ailen bekler seni” diyoruz. “Hem ailem, hem köy bekler” diyor. “Artık altı bin liram var. Çalıştım biriktirdim.” Cebindeki paranın, ona ne ifade ettiğini bilmiyoruz. Devam ediyor. “Köyüme un alacağım. Bizim orada un yok, savaş var, ben geliyorum buraya, çalışıyorum, para biriktirip gidiyorum, sizin para bizim orada çok para. Altı bin liram var. 900 çuval un alabilirim bu paraya.”
“Cebindeki paranı böyle anlatma” diyoruz. Çalarlar. “Çalmazlar abi. Burası emin belde, insanları güzel. Bana patron da dedi. Çalmazsan sana iş veririm. Çalmam dedim. Müslümanız, harama el uzanmaz.” Meğer ülkemizi kendinden biliyormuş. Kendi neyse, bizi öyle bilmiş.
Dört yıldır, köyünün un parasını biriktirmek için ailesini ve 3 çocuğunu bırakıp da 6 ay Türkiye’ye çalışmaya geliyormuş. Tıpkı köyüne buğday getirmek için Hacı Bektaş Dergâhı’na giden Yunus Emre gibi. Her dem yeniden dirilen bir Yunus yürekliydi Ömer. Çağımız için alışılmadık bir sima. Yüzündeki galibiyetin huzuru hepimize sirayet ediyor. O konuştukça gözler nemleniyor, yüzler kızarıyor.
“Ülkem” diyor. “Yurdum postal altında abi. İngiliz’i Amerikalı’sı yetmezmiş gibi bir de bizim gâvurlar. Susmuyor. Biz Bumin Han’ın torunuyuz. Yolumuz Hoca Ahmed Yesevi’den geçer. Ben böyle konuşuyorum diye, patron beni çağırdı. ‘Sen ne ayaksın’ dedi. Ben de ayakkabı verecek sandım, 43 numara dedim.” Çok kızmış patronu. Hüznümüzü, bu meseleye gülerek saklamaya çalışıyoruz. “Çok kızdı, kovdu beni, git dedi. Sonra arkamdan birini yolladı, gelsin, çalışsın demiş. Çalıştım ben de, altı bin lira kazandım” diyor. “Oğlum, söyleme paranı” diyor bizim abi, çalarlar. Yok, inanmıyor.
Çay ocağındaki Türk bayrağını eliyle işaret ederek, “Biz bu bayrağı İslam bayrağı olarak kabul ediyoruz. Bu bayrağın altında şehit olmak arzumuz var.” O an Afganistan’ı işgal eden kuvvetlerin neden rahat gezmek için araçlarına Türk bayrağı astıklarını daha iyi anlıyorum.
“Bize üzülmeyin, dua edin. Allah’ın vadettiği zafer bir gün gelecektir” diyor. Çayını bitiriyor. Gülerek, “Sizden bir atalar sözü öğrendim. Bir kahvenin kırk yıl hatırı var diyor.” Ayağa kalkıyor, helallik istiyor, tek tek herkesle sarılıyor. Gidecek artık.
Hikâyesinde İbrahim-i (as) bir duruş var. Tek kişiydi Ömer. 900 çuval unu, 5000 km’lik mesafedeki ülkesine omuzunda taşıyan bir dev oluyor giderken. Ömer bir kişi, fakat bir ümmet yükünü alıp yüklüyor omzuna. Son kez dönüp bakıyor çay ocağına. “Allah’a emanet olun” diyor. Sen de, diyoruz. Köyüne selam söyle. “Söylerim. Köye bir gideyim de, un alacağım. Altı bin liram var.” Oğlum, söyleme…