Star Gazetesi yazarlarından sevgili Ömer Ekinci’nin 6 Eylül’de, “Emeklilik kaldırılsın” başlığıyla yayımlanan yazısında “İnsanları en değerli, en birikimli yaşlarında paldır küldür emekli edip evine kapatacak kadar zengin miyiz?” diye soruyor. Elhak doğru söylüyor. Çarpıcı örneklerle birlikte kıymetli hatıralarını da nakletmiş. Yazıyı okumadıysanız şu linkten mutlaka okuyun:
Ömer Ekinci’nin yazsında söz ettiği, bugün de geçerli olan Avrupa tipi emeklilik gerçekten de söylediği gibi zayiattır, israftır. Bu emeklilik modeli, yani şu anda geçerli olan; primlerini ve yaşını tamamlamış olanların tazminatlarını alıp ölene kadar maaş almak için eve kapandıkları sistem 17. yüzyılda ortaya çıkmış ve zaman içinde defalarca şekil değiştire değiştire bugünkü halini almış. Emeklilik ilk defa 1889 yılında “Emeklilik Sigortası Yasası” adıyla Almanya’da ortaya çıkmış ama uygulama olarak daha eski örnekleri de var.
Batı’nın cevap bulamadığı can alıcı sorulardan biri de “Bu kadar çalışacağım da ne olacak?” sorusudur ve emeklilik de bu soruya karşı uydurulmuş cevaplardan biridir. Bu kadar çalıştım da ne olacak?.. “Al işte tazminat, al işte ölene kadar oturduğun yerden garanti maaş…” Sekülerizmin bundan daha iyisini söylemesi beklenemez zaten.
Öte yandan Müslümanlar için emeklilik meselesiyse çok ince hesaplanmış bir müessesedir. 976-1002 tarihlerinde Endülüs medeniyetinde iki önemli gelişme kayda geçmiş. İlk resmi tarihçiler bu dönemde görevlendirilmiş ve emeklilik bir müessese olarak ilk defa bu yıllarda tasarlanmış.
Mısırlı tarihçi Abdurrahman Abdilhakem’in, “Fütuhu Mısr ve’l-Mağrib ve’i-Endelüs” isimli eserinden, Endülüs halifelerinin ilme ve âlimlere büyük bütçeler ayırdıklarını, ilim erbabına ayrı bir önem verdiklerini öğreniyoruz. Endülüs’te sadece emirler ve devlet değil, vakıflar ve sivil vatandaşlar tarafından da ilmî çalışmalara kayda değer desteklerin verildiği bir sosyal yapı vardı. Endülüs’te ilim dalları bugünün dünyasına nazaran daha ilerici ve daha gerçekçiydi. Bugünkü gibi alan körlüğünde boğulan kısır tek uzmanlık yerine, alanlar arası bir ilim esasına dayanırdı. Bir de bir meslekte uzun süre çalışmış olanlara da mesleki tecrübelerinden dolayı ilim erbabı olarak muamele edilirdi. Bu anlamda emekliliği müessese olarak ilk defa Endülüslüler tasarlamıştı; zira bir medeniyet tasavvurları vardı. Belli yaşa gelen tecrübeli meslek erbaplarından iki şey talep ederlerdi. Evlerin, mahallelerin içinden büyükleri çekmeyerek çocukların rehbersiz kalmasının önüne geçmek istemişlerdi. Bir büyüğü emekli etmek demek ona genç nesiller yetiştirebilsin diye ona zaman vermek demekti. İşten koparmak, eve kapatmak demek değildi. Medeniyet tasavvurumuz değişince; hatta yok olunca konu dönmüş dolaşmış, “Hadi al maaşını git, yerine gençler gelsin, istihdam devam etsin” çarkına dönüşmüş.
Osmanlı medeniyetinde ise emeklilik neredeyse yok gibi bir şey. “Tekâüde sevk edilmek” deniliyor ve tekâüd maaşı bağlanıyordu. Osmanlı’da memurlar başka bir göreve geçmezler ya da hekimbaşı/çavuşbaşı tarafından “iş görmez” raporu almazlarsa ölene kadar çalışırlardı. Mesele Defterdar Göynüklü Ahmed Efendi görevinin başında Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda 102 yaşındaymış. Endülüs’ten kalan emeklilik müessesesi, sivil toplum medeniyetinin de atası sayılmaktadır; zira Osmanlı’da da emeklilik maaşları tımar tasarruf ediyorsa tımar gelirlerinden, ulufe tasarruf gelirlerinden yahut vakıflar ve hami zenginler tarafından karşılanırdı.
Aslında emeklilik tecrübeli büyüklere, çocuklara ayıracak vakti vermektir. Onların yoğun iş temposunu hafifletip genç nesillerle buluşmalarını sağlayan bir hayat tasarlamaktır. Emeklilik, tecrübeli memurların genç memurları yetiştirdiği bir sistem kurmaktır. Mesela bakanlar göreve gelince “brief” diye bir şey alıyorlar. “Burası neresi, bunlar kimler, devam işler neler, bu bakanlıkta işler nasıl yürüyor” bilgilerini almak yani… Daha önceki bakan nerede? Uçtu gitti! İşte uçmasa; yeni gelene nezaret etse, yardım etse, bitirdiği işlerde yediği kazıkları anlatsa, yarım kalan işlerin neden yarım kaldığını anlatsa keşke değil mi? Ekibi tanıtsa… “Şu genel müdür var ya, bunun şöyle zaafları vardır ama şu konularda çok iyidir” diye anlatsa… Bu dediğim şey yapılır hatta yıllar sürer ve anlatılanlar da not edilir ve notlar üst üste biriktirilir. Bin yıl önce Endülüs’te yapılabilen bir şey şimdi niye yapılamasın ki?..
Şu sebepten dolayı yapılamaz ve hiçbir zaman yapılamayacak. Bizim bir medeniyet tasavvurumuz yok şu anda. Derme çatma bir Batıcılıkla oyalanıyoruz. “1923 yılında hop diye aniden mi çıktık ortaya? Tam olarak neyin devamıyız? Şimdi ne haldeyiz, nereye gidiyoruz ve bu büyük gidişatın bizim ömrümüze düşen mesafesi ne kadardır? Yürüdüğümüz yol nereye çıkıyor ve bizim güzergâhımız ne? Kim rakip, kim dost, kim düşman?” bu sorulara dair hiç kimsenin bir cevabı yok. Böyle olunca “Adalet nedir, hürriyet nedir, para nedir, iş nedir, aile nedir gibi sorulara cevap veremediğimiz için emeklilik nedir” onu da cevaplayamıyoruz. Son bir asırdır yaptığımız gibi, doğru cevabını unuttuğumuz her şey gibi emekliği de Avrupalı nasıl tarif ettiyse öyle tarif ediyoruz. “Emeklilik nedir” sorusunun cevabı, “Niye çalışıyorum” sorusuna verilen cevaptır aslında…