Mevsimler geçiyor…
Dün buradan bir bahar geçti. Diline konan dualarla, adam o vakit kıyısından geçti.
Ellerinde taze bahar kokusu vardı, yüzünde dipdiri yaşamak arzusu. Bu kaçıncı bahardı? Saymadı.
Hevesler geçiyor…
Bir nefeslik ömürden, ne hevesler geçiyor! Baharlar, kışlar, yola çıkmışlıklar, yolda kalmışlıklar… Bir film şeridi gibi gözlerinden geçti.
Her şey gelip geçiyor…
Adam, sımsıkı tutunuyordu dünyaya. Adam, bir yanılgıyla bakıyordu dünyaya. Dünya kaygandı. Düştü…
Ve sordu adam kendine:
”Kimdir zindana düşmüş olan; Yusuf mu, ben mi? Kimdir bana prangalar vuran? Nedir vazgeçemediklerim? O halde esir düştüklerim.
Aynada gördüğüm aşikârdı da ya göremediğim? Dünyaları görmek ama yüreğine âmâ olmak nedir? Nasıl bir şeydir göğe o bedevi gibi bakmak? Ve ne vahim bir şeydir göğe bakamamak!
Uyumak nedir, o halde uyutulmak? Uykuda olmak…”
Ve seslendi adam Mitya’nın seslenişi gibi arınmış duru bir sesle:
”Bir rüya gördüm beyler.”
Uyanın!
Gelip geçici şeyleri hayatınızın merkezine koymayın! Uydusu olmayın onların. Dönmeyin etraflarında. Sonra başınız döner düşersiniz. ”Düştük bari düşünelim” der şair. Düşünelim! Yörüngemizi düşleyelim. Bu müşkül vaziyetten sıyrılalım. Sıyıralım üzerimize yapışmış yapışkan deriyi. Yenilenelim. Ve yenelim! Başa dönelim.
”İkra!”
Daha da başa dönelim. Başlangıç noktasına.
”Elesti bi rabbiküm”
Ruhun baş dönmesine. O cezbe haline. Bir nebze olsun hatırladık mı?
Evet düştük. Dünyaya düştük…
Ama bu düşüş, asil bir kalkışı da beraberinde getirsin. Bu kalkışla tatlı bir meltem essin ümitlerin üzerine. Ümit alsın başını yola koyulsun. İnanç koşsun ona yetişsin. El ele versinler.
‘Fe eyne tezhebûn’ diye seslenen korkuyu unutmasınlar ama. Bu yol ancak havf ve reca arasında gidip gelinerek aşılabilirdi. Korku da gelsin. Omuz versin onlara. Saflar sıklaşsın. Birleşsin. Hepsi be’nin noktasında toplansın. Âlem nokta, ben; zübde-i âlem nokta. Hakikat konuşuyor, nokta üstüne nokta:
”Şüphesiz dönüş yalnızca Rabbinedir.” (Alak 8/96)