Muharrem ayı geldi mi evlerimizde ayrı bir heyecan başlar. Bu ayın 9, 10, 11. günleri oruç tutulur ve bu oruçlar aşure ile taçlandırılır. Aşure çeşitli meyve kuruyemişlerin karışımıyla yapılır, komşulara ikram edilir. Bu güzel ay İslam tarihinin en acı ve travmatik olayına da sahne olmuştur. Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) torunu Hz. Hüseyin (r.a.) ve 74 Ehl-i Beyt mensubunun da şehit edildiği aydır. Bu acı olay bugün de bölgede yaşanan sıkıntılı sürecin ana tetikleyicilerinden biridir. Hz. Hüseyin (r.a.) ve Ehl-i Beyt’ten şehit olanları rahmetle anıyorum. Bugün de yaşadığımız fitne olaylarının son bulması için Kerbela vakasına daha iyi okumalıyız.
Bu vesileyle Necef ve Kerbela şehirlerine yaptığımız seyahatin notlarını sizinle paylaşmak istiyorum.
NECEFÜ’L-EŞREF
Necef Ticaret Odası’nın davetlisi olarak İstanbul Ticaret Odası heyeti ile Türk Hava Yolları’nın yakın zamanda başlattığı seferle gece saat 3:30’da Necef’e uçuyoruz. Sabah mesaiyi Necef’te yapacağız diye espri yapıyoruz. Çünkü sabah saat 6:30’da Necef’e varacağız. Uçak tıklım tıklım dolu ve yolcuların büyük çoğunluğu Iraklı. Planlanan zamanda havaalanına varıyoruz. Dışarıdan pek anlaşılmasa da içeri girince havaalanının yeni olduğunu fark ediyoruz. Nitekim daha sonra havaalanını Necef Ticaret Odası başkanının İranlı işadamlarıyla beraber yaptığını öğreniyoruz. Ana yapı güzel, ancak iç tasarım kötü. Vize havaalanında verildiği için bekleme salonunda uzun kuyruklar ve büyük bir kargaşa var. Türbeleri ziyaret etmek üzere gelen çok sayıda grubun heyecanlı koşuşturmaları dikkat çekiyor. Bir kısmının Azeri şivesiyle Türkçe konuştuklarına şahit oluyoruz. Vize bankosunun arkasında birkaç memur var; önünde elinde onlarca pasaport olan rehberler, sürekli evrak dolduruyorlar. Vize işlemlerimiz yaklaşık 2,5 saat sürüyor. Uykulu gözlerle işlemlerin bir an önce bitmesini bekliyoruz. Batı ülkeleriyle mukayeseler yapıyor, çözümler üretiyoruz. İşlemlerin sonuna doğru Necef Ticaret Odası’ndan bir heyet mahcup bir eda ile bizi almaya geldi. İşlemlerin uzamasından ve geç kaldıklarından dolayı özür dilediler. Havaalanının dışına çıkınca gördüğümüz manzara adamların geç kalmakta haklı olduklarını gösterdi. Çünkü her yer güvenlik barikatlarıyla dolu. Bu barikatları geçip havaalanına varmak gerçekten zor.
Ticaret odasından gelen görevlilerle Necef Ticaret Odası’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Necef kasaba görünümlü bir şehir. Büyük bir inşaa faaliyeti dikkat çekiyor. Bize eşlik eden yönetim kurulu üyesi Mehdi Salih Bey şehri tanıtmaya çalışıyor. Biraz İngilizce, biraz Arapça anlaşıyoruz. Mehdi Bey Necef’te çok sayıda Türk işadamının başarılı işler yaptığını anlatıyor. Geçtiğimiz birçok caddeyi, kaldırımları Türklerin yaptığını söylüyor. Bütün bunları büyük bir mutlulukla anlatıyor. Sürekli Türklerin buraya daha çok gelmesi gerektiğini ifade ediyor. Bu sırada bir büyük firmamızın temizlik arabalarının caddeleri temizlediğine şahit oluyoruz. “Burada yapılacak çok iş var. Lütfen buraları ihmal etmeyin” diyor. Etrafı izlerken yapılacak gerçekten çok iş olduğu kanaatine biz de varıyoruz. Ancak kafamda bir soru hep duruyor. Biz Sünni’yiz, bu bölge Şiiliğin merkezi. Irak’ta Sünnilerle Şiiler arasında ciddi sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Ancak seyahat boyunca gösterilen samimi yaklaşım karşısında Türklerin ve Türkiye’nin önemini bir kez daha kavrıyorum. Sünni ve Şii kardeşliğinin pekişmesi için de Türkiye’ye büyük iş düşüyor.
Necef Ticaret Odası’nda samimi bir havada karşılanıyoruz. Başkan, yönetim kurulu üyeleri ve üyelerden oluşan kalabalık bir heyetle tanışıyoruz. Türklerle çalışan çok sayıda işadamı var salonda. İstanbul’u çok iyi biliyorlar. Salonda bulunanların büyük çoğunluğu Türk firmalarının bayileri.
Oda başkanı, tarihe ve kardeşliğe vurgu yapıyor. Tarihe atıf yapılınca olumlu ve güzel şeyler söyleyeceğini anlıyorum. Çünkü tarihimiz adaletin, dayanışmanın, paylaşmanın tarihidir. Nitekim Irak’taki tarihimiz de aynı durumun bir nişanesi. Bunu Iraklıların da seslendirmesi mutluluk verici. Odada yapılan görüşmelerde daha yapılacak ortak çok iş olduğunun altı çiziliyor. Üstelik para sorunun olmadığı ifade ediliyor. Sanıyorum Saddam sonrası petrol paraları bölgeler arasında paylaştırılıyor. Bu bölgeye ciddi bir kaynak aktarıldığı intibaını ediniyorum. “Türkler Kuzey Irak’ı ihya ettiler; biz de aynı hizmeti bekliyoruz” diyorlar.
HZ ALİ’NİN (R.A.) TÜRBESİ
Toplantıdan sonra heyetin bir kısmıyla Hz. Ali’nin (r.a.) türbesine gidiyoruz. Türbenin giriş çıkışlarında çok sayıda barikat var. Kademeli şekilde güvenlik duvarlarını geçiyoruz. Türbenin önü çok kalabalık. Büyük çoğunluğu İranlılardan oluşan gruplar dualar ederek türbeye giriyorlar. Türbe diyorum ama küçük bir mekan olduğunu sanmayın; burası bir külliye. Hz Ali’nin (r.a.) mezarının dışında birçok mezar ve makam bulunuyor, bu bina kompleksinde. Geniş avlular, idari mekanlar, hatta müze bile var. Müzede çeşitli dönemlere ait eserler bulunuyor. Osmanlı dönemine ait eserler de mevcut. Müzeyi gezdiren rehber Osmanlı döneminde buralara çok iyi bakıldığını ifade ediyor. Hz Ali’nin (r.a.) mezarı başında büyük bir izdiham var. Ellerini, yüzlerini mezarın demir parmaklıklarına sürüyorlar. Her yer geleneksel sanatlarla süslenmiş. Özellikle tavanlar tezhip sanatının ince ayrıntılarıyla dolu. Süslemede abartıya kaçınca bir müddet sonra insanın gözü yoruluyor. Bir taraftan yenilenme çalışmaları da sürüyor. Türbe görevlisi Saddam zamanında türbede büyük tahribatlar olduğunu söyledi. Hatta bir ekrandan bize Saddam zamanında türbenin bombalanmış halini gösterdi. Gezinin sonunda türbe yetkilileri ikramda bulunmak istiyorlar. Urfa’nın mırrasına benzeyen hafif ekşimsi acı bir kahve sunuyorlar. Herhalde acı bir fincan kahvenin hatırının 40 yıl süreceğini biliyorlar. İkram sırasında yetkili Türkiye ile ilgili güzel şeyler söylüyor.
Ziyaretten sonra heyetin tespih meraklısı Abdullah ve Mehmet Beylerin arzuları üzerine çarşıya gidiyoruz. Burası küçük koridorları bulunan bir kapalı çarşı. Bu sırada yeni bir bilgiyi daha öğreniyorum: Necef taşı. Bu kıymetli taş, tespih ve hediyelik eşya yapımında kullanılıyor. Mehdi Salih Bey yarın Kerbela’ya gidip gidemeyeceğimizin sabahleyin belli olacağını ifade ediyor. Bazen güvenlik nedeniyle Kerbela’ya gitmekte sıkıntı olduğunu belirtiyor.
MUKADDES KERBELA
Ertesi sabah saat 9’da Ticaret Odası heyeti Kerbela’ya gitmek üzere otele geldi. Necef’le Kerbela arası 80 km. yol boyunca ağaçsız, bozkır alanlardan geçiyoruz. Binalar bakımsız ve toz, toprak içerisinde. Bu durumun normal olduğunu öğreniyoruz. Çünkü Necef’te büyük kum fırtınaları oluyormuş. Bizim şansımıza hava açık ve güzeldi. Yol boyunca yeşil ve siyah rengin egemen olduğu bayraklar gördük. Bunlar hüznü ve yası temsil ediyormuş. Yine yol kenarlarında, önlerinde bayraklar asılan binalar gördük. Bu binalarda Necef’ten Kerbela’ya yaya giden ziyaretçilerin dinlenmesi için yapılmış mola yerleri. Bütün hizmetler ücretsiz. Zira Necef’ten Kerbela’ya yaya yürümenin daha büyük sevap olduğuna inanılıyor.
Kerbela’da Ticaret Odası’na varıyoruz. Kalabalık bir heyet bizi bekliyor. Önce sitem ediyorlar, neden daha önce gelmediğimizi soruyorlar. Daha sonra Kerbela’nın sosyo-ekonomik durumunu Ticaret Odası Başkanı anlatıyor. Necef’te olduğu gibi Kerbela’da da çok sayıda Türk firması iş yapıyormuş. Oda Başkanı İranlı işadamlarıyla da çalıştıklarını, ancak Türk işadamlarını tercih ettiklerini ifade ediyor. Çünkü Türkler daha kaliteli iş yapıyor.
Toplantıdan sonra Hz. Hüseyin’in (r.a.) ve Hz. Abbas’ın (r.a.) türbelerini ziyaret etmek üzere Ticaret Odası’ndan ayrılıyoruz. Bu türbelere izafeten Kerbela’ya Mukaddes Kerbela, Hz. Ali’nin (r.a.) türbesi dolayısıyla Necef’e en şerefli anlamında Necefü’l-Eşref deniyor. Önce Hz. Hüseyin’in (r.a.) türbesine gidiyoruz. Burası da Hz. Ali’nin (r.a.) türbesi gibi bir külliye. Türbe dışarıdan kubbeli ve minareli, çevresinde çok sayıda bina var. İçerisi kalabalık dua eden, ellerini yüzlerini türbenin parmaklıklarına sürerek ağlayan insanlarla dolu. Biz de hüzünleniyoruz. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) torununun acı bir şekilde şehit edilmesi bizi de hüzünlendiriyor. Ehl-i Beyt’e bu nasıl yapılır diye kendi kendimize sormadan edemiyoruz. Hz. Hüseyin’in (r.a.) türbesi de Hz. Ali’nin (r.a.) türbesi gibi geleneksel tezhip sanatının incelikleriyle dolu. Yeşil cübbeli ve sarıklı birkaç adam dikkatimizi çekiyor. Kimdir bunlar diye sorduğumuzda peygamber sülalesinden olduklarını ve duahan olarak görev yaptıklarını belirttiler. Bunlardan birisi de Hz. Hüseyin’in (r.a.) mezarında bize duahanlık yaptı.
Daha sonra Hz. Abbas’ın türbesine geçtik. Burada yatan Abbas, Hz. Hüseyin’in (r.a.) üvey kardeşiymiş. Hz. Ali’nin (r.a.) Hz Fatıma’nın (r.a.) dışında başka bir hanımdan olan iki çocuğundan biriymiş. Hz. Abbas da Yezid’in adamlarına karşı Hz. Hüseyin’i (r.a.) korurken şehit olmuş.
KUFE
Hz. Ali (r.a.) zamanında devletin başkenti olan Kufe’ye geçtik. Kufe mescidini ziyaret ettik. Kufe İslam fıkhının gelişmesinde önemli merkezlerden bir tanesi. Görevli, mezhebimizin imamı olan İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin, İmam Cafer’in talebesi olduğunu söylüyor. İmam Cafer, Şiiliğin bir kolu olan Caferi mezhebinin kurucusu. Kufe mescidi temiz ve çok bakımlı avlusu ve minareleriyle Medine’deki Hz. Peygamber’imizin (s.a.v.) mescidini andırıyor. Görevliye bunu soruyorum. “Haklısın, oradan esinlendik, hatta burada kullandığımız mermerler Mescid-i Nebevi’dekilerin aynısı” diyor.
“Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” atasözü nereden kaynaklanıyor bilmiyorum, ancak milletimizin dilinden düşürmediği de bir gerçek. Bağdat’ı görmeden Necef ve Kerbela’yı görmek bir eksiklik duygusu verse de, Ehl-i Beyt’i ziyaret etmenin heyecanını yaşadım. Bu mekanlarda bugünün Müslümanları için çıkarılması gereken büyük dersler var…