Rimbaud şiiri bıraktığında demokrasi var mıydı ortalıkta bilmiyorum. Sandık listelerinde Jean Nicolas Arthur Rimbaud isminin yanında sıra numarası yazıyor muydu? Ben şiiri bıraktığımda Süleyman Demirel başbakandı. Yani galiba.
————————————————————————————————————————————————————————————————————————————
İçimden geldiği gibi yazmama müsaade var mı? Yok deseniz de yazacağım. Mutlu olmak için demokrasiyle yönetilmem gerekmiyor. Monarşiyle de pekala mutlu olabilir insan. Çünkü nasıl yönetilirsem yönetileyim vergi dairesi olacak hayatımda. Vergi levhası olacak. Bir kuşu bir çiçeği bir şiiri monarşide de görebilirim. Anneme mutlakiyette de sarılabilirim. Belki seçim sandığı görmem önümde ama az şekerli kahveyi derebeyliğinde bile içebilirim. Şart değil yani demokrasi mutlu olmak için. Ama demokrasi var hayatımızda, onunla yönetiliyoruz. Olsun. İyidir herhalde.
Geçen gün demokrasi ile yönetilen ülkemizde Çemberlitaş’ta park yeri bulamadım. Demokratik arka sokaklarda bir aralıkta 15 dakika durduğu için arabam, 10 TL aldı otoparkçı. Ben krallıkla yönetilen ülkelere de gittim. Orada da otoparkçılar var.
Geçen gün demokrasi ile yönetilen ülkemizde Muhsin Demirel diye bir amca ile tanıştım. Mutlu oldum. Cemil Meriç’e Risale-i Nur’u okuyan adammış. Cemil Meriç imparatorlukta doğup demokraside kör olmuş biri. Sonraları Nazi yanlısı olacak Arjantin’den taa birinci dünya savaşı sırasında o zamanlar Allah bilir ne ile idare edilen İspanya’ya taşınan Borges de kör olmuş ama ben Borges’e kitap okuyan kimseyle tanışmadım henüz. Muhsin amca ile tanıştım. Mutlu oldum.
Şiir yazmayı bıraktığında Rimbaud demokrasi var mıydı ortalıkta bilmiyorum, sandık listelerinde Arthur Rimbaud’un yanında sıra numarası yazıyor muydu? Ama ben şiir yazmayı bıraktığımda Süleyman Demirel demokratik bir ülkenin başbakanıydı. Yani galiba. Çünkü bir de Ecevit filan vardı. Özal vardı mesela. Demokratikti. Ama ben kökten Erbakancı olarak büyüdüm. Demokrasiyi yıkacak diye haberler yapıyorlardı onun için. Yine de onu selamlarken mutlu oluyordum ben. Sosyalist bir devlette doğup, federal bir devlette ölen Aytmatov’u okuyordum o zamanlar. Sosyalist neydi, federal neydi bilmiyordum ama “Gülsarı” romanı yarı-başkanlık kokan bir aşkın öyküsüydü kesin. Bir de Sezai Karakoç okuyordum. Aşk ve Çileler fevkalade demokratik bir şiir olmalıydı, Sezai Karakoç bir parti başkanı olduğuna göre. Ama “ey yeşil sarıklı ulu hocalar” diyordu şair. Şair burada ne demek istiyordu?
Bir gün, Allah bilir nerede, Fatih Mutlu ile tanıştım. Sesim kabardı. Senarist potansiyelini haiz biriydi Fatih. Ben de demokratik filmlere bayılıyordum. Bir şeyler olabilirdi. Bir film çıkabilirdi hayallerimizde bizden. Mutlu oldum. Cumhuriyet ve demokrasiyi birbirine harmanlamaya da bayılıyordum. O neydi bu neydi. Mecidi İslam Cumhuriyetinde şii ayakkabılar ile ilgili film çekiyordu, güzeldi. İsveç krallığında çekilen isimlerinde idgamı bila gunne var sandığım filmler de güzeldi. Peki demokrasi bu işin neresindeydi?
İçimden geldiği gibi söylemek gerekirse, benim mutluluğum nasıl yönetildiğimle alakalı değil. Çünkü stopaj ödeyen biriyim. Zaten laf aramızda bir şeyler okudukça mutlu olmaktan vazgeçtim. Fark ettikçe “eğlenceli” olmayı terk ettiğim gibi. Cehalet erdemdir mi diyorlar ne diyorlar? Öyle bir şey işte. Londra’nın sokakları da kraliçenin malıymış, duy da inanma. Padişahla yaşamış İstanbul’da bunca yıl insanlar. Ne olmuş yani?
Önümüze sandıklar gelir ve biz çöplerimizi toplayacak adamları seçeriz. Vergi oranlarını belirleyen adamları. Her şey iyi olsun diye seçeriz partileri. Kalbimizde kötülük yoktur, vallahi. Ama sonuçta az müsaade edin de demli çaydan keyif alan, bahar gelince neşe dolan, bir çocuk görünce hüzünlenen ve Mustafa Kutlu’yu ziyaret ettiği için mutluluktan nefesi kesilen bir adam olarak devletle arama mesafe koyayım. Bu saatten sonra devleti sevmeyi öğütlemeyin bana. Varsa bir kural uyarız; çaya da yasak olmaz ya! Kızımın büyümesini hüzünle seyrederken de devlet yok herhalde yanımda. Demokrasiyle mi sarılıyorum ona? Totaliter mi sarılayım bundan sonra. Laf.
Mutluluk bir kuşun kanadında. Seçmen kağıtlarının arasında değil.
Ama “mücadele” diye de bir şey var ! Onu da sonraki yazımda anlatayım olmaz mı?