L.N. Gumilev, Ukrayna bölgesinde Milattan hemen sonra 150’nin üzerinde dilin konuştuğundan bahsediyordu. Devletler ve milletler tarihinde geniş topraklara hükmedip de zamanla yok olanlar; kaybolan sayısız dil, halk ve devlet gözlerimizin içine önüne bir ibret olarak “tarih bilimini unutma” diyerek bakıyor sanki. Tarih bize, yıkımlardan sonra dirilme ve ayağa kalkma iradesi gösterebilenlerin, basit de olsa kendi paradigmalarını kuranlar, hedef ve idealler oluşturabilenler arasından çıktığını ve varlıklarını farklı isim ve formlarla devam ettirebildiklerini gösteriyor.
Bu yıkım ve dirilme dönemleri, bazı toplumlarda yüzlerce yıl, bazılarında ise çeyrek asırlık dönemlere kadar düşebilir. Roma, Endülüs ve Osmanlı devletlerinin ömür süresi asırlarla, Spartalılar’ınki ise tek bir asırla anılıyor. Anlaşılan o ki, halkın ihtiyaçlarına da karşılık düşen güçlü bir devlet sistemi kuranlar uzun ömürlüyken, diğerleri tarih sahnesinden silinip gidiyorlar.
Burada sistem ifadesini, rejim veya paradigma yerine geçmeyecek şekilde bilinçli bir tercihle kullanarak başladık. Fakat adını bilmeksizin çoğunluğun eleştirdiği “sistem”, genel bilinen günlük anlamıyla beklediği değişiklik siyasi yelpazenin en uç noktalarına kadar herkesin atıf yaptığı değerler ve uygulamalar düzenidir. Bu eleştiriyle, kuralları önceden bilinebilen net, adil ve eşitlikçi bir sistem kurulması özlemi dile getirilir. Bu özlem ise, değerler sistemine dayalı, yeni bir paradigmaya dayanma arzusunu içerir.
Yeniden toparlanma sırasında yeni sistem kurucularının toplumu ayakta tutacak üst değerleri geliştiren politikalar üretme ve bu çerçevede topluma öneriler sunma ve anlatma zorunlukları vardır. Böyle durumlarda, tarih boyunca şekillenen süreçlerden anladığımız kadarıyla, yeniden ortak değerler üzerinden uzlaşma ve bir ahitleşme ile taze bir başlangıç yapılması elzem olur.
Böylesi bir değişiklik, mutlaka temel bir felsefeye dayanmak zorundadır. Felsefeye dayanmayan değişiklikler, konjonktürel temelsiz ve geçici olur. Ancak ve ancak bir felsefeye, değer ve ilkelere dayanan; gücünü haklılıktan ve halktan alan makul değişiklikler, uzun ömürlü ve verimli sonuçlar doğurarak toplumda karşılık bulur ve yerleşir.
Şimdi nazariyattan pratiğe dönelim. Bizde değişiklikler çoğunlukla yukarıdan aşağıya dayatmalarla gelen değişiklikler olmuştu. Rivayetlere dayalı hazırlıksız girişimler de yaygın modellerden. Bir de bizim memleketimizde uzmanımızın yüzbinlerce olduğunu dikkate alırsak. Ülkemizde özellikle erkeklerin konuştukları konuların başında futbol, din ve siyaset geldiği hepimizce malum. Bunların arasına son zamanlarda bir de dış politika eklenmiş oldu.
Bir kafede nargilesini ciğerlerine çeken genç bir kardeşimiz, size önce teknik direktör edasıyla bir maç kritiği, hemen ardından Başkanlık sistemi hakkındaki tezleri, sonra kelam ve tasavvuftan, az sonra da Suriye politikasından bahsedebiliyorsa hiç şaşırmayın. İnsan, “çok şükür, ne kadar da konu uzmanımız var” demekten kendisini alamıyor. O meclisteki diğerlerinin de “bazı şeyleri” bilebileceğini varsaymadan bütün ezberlerini ortaya büyük bir özgüvenle serdedebiliyorlar. Diğerleri de aynı üslupla ona karşı tezler ileri sürüyor. Ancak haliyle, kahve köşelerindeki bu tatlı sohbetlerden şaheser devlet modellerinin çıkması beklenemez.
Kimse yeni sözler duymak, “Acaba bildiklerimde yanlışlar olabilir mi” kaygısı taşımıyor. Kendi doğrularına göre kafasında kurguladığı “siyah ve beyazı” tokuştururken bu sohbetlerin bir ilzam kültürü ve konuşma şehvetine bulaştığını ve üzerinde konuştuğu konulara da bir fayda sağlamadığının farkında bile değil. Kitlenin ağzındaki harcıâlem bilgiler bazen, önce zanna, sonra kanaate, sonra da hızla yayılarak toplum nezdinde genel kabullere dönüşebiliyor. Bunun örnekleri artık günlük hayatımızın sıradan bir parçası olarak her an önümüzde. Belki de sistemimiz basından topluma, toplumdan basına doğru aşağıdan yukarıya/ yukarıdan aşağıya benzer şekilde işliyor olabilir.
Bu normal mi acaba? Başka ülkelerde de insanlar sadece futbol, siyaset, din gibi konuları mı konuşur? Emin olun onların gündemi çok daha fazla hayatın içinden ve çok daha farklı. Belki Güney Amerika’da veya Balkanlar’da futbol ve siyaset ön sıralarda olabilir. Ancak açıkça söylemek gerekir ki, sistemik problemlerini bizden çok daha önceleri keşfederek çözmeye çalışan ülkelerin gündemlerinde halkın sistem problemlerini bizzat çözme gibi bir derdi yok. Sistemi tıkayan basit problemlerini birikmeden, büyümeden ciddiye alınacakları kanallara sahipler.
Bir Hollanda veya Alman vatandaşının sisteme dair eleştirileri ya da çözüm üretme gibi bir derdi herhalde bizler kadar olamaz. Çünkü, sistemin güçlü ayaklar üzerine kurulduğu yerlerde, o ülke vatandaşları bilir ki, emanet işinin ehli olana, alanında uzmanlaşmış, o alanda saha tecrübesi kazanmış liyakatli insanlara verilir ve onlar sistemi işletirken ortaya çıkan hataları bulup çözüm aramak, benzer hataların önünü alacak yapıları geliştirmek zorundadırlar. Sistemi değiştirmek için gerekli ıslahı önerirler ve gerekliyse paradigma değişimlerinin altyapısını hazırlar…
(Devam edeceğiz…)