Fiyakalı başlıklar atmaya özen gösteriyorum.
Çünkü, fiyakalı duruyor.
Yazının başlığına bak.
Müslüman sanatçının dilemması.
Ya hu, bir Müslüman hiç dilemma yaşar mı?
Ya paradoks?
Yani, Müslüman’ın yolu çıkmaz sokaklara düşer mi?
O çıkmaz sokaklarda, ontolojik bunalımlar yaşar mı?
Bütün bunlar oluyor.
Olduğuna şahit oluyoruz.
Peki bu nasıl mümkün oluyor?
Bir soruşturmada, Müslüman sanatçının tavrı üzerine sorgulama yapılmıştı.
Epey yazar-çizer de katılmıştı bu soruşturmaya.
Dilime pelesenk olmuş
yazar-çizer demek. Çizer yoktu tabi ki.
Zaten bir tane çizerimiz var. O da Hasan Aycın.
Üstadı anmışken, bir çizerden fazlası olduğunu bir kere daha söylemeliyim.
Rahmet olsun, Neşet Ertaş nasıl sadece bir türkücü değilse, Hasan Aycın da öylece bir çizer değil.
Bu ifademin, üstadın roman da yazıyor olmasıyla alâkası yok.
Romancılığı söz konusu olsaydı da derdim ki, Hasan Aycın sadece bir romancı değil.
Her neyse…
Soruşturmadaki sorulardan birisi mealen şöyleydi: Sanatta görecelilik sözkonusudur. Oysa Müslüman hiçbir şeye göreceli bakamaz. Değişemez. İmanî meselelere dokunmadan nasıl yapacak?
İslâmi inanıştaki sabiteleri (ifadedeki sakilliğe bakın, ‘nâslar’ demek isteniyor) yüzünden olabilir mi?
Bu nasıl bir karın ağrısıdır?
Nâslarımız, şair, yazar, müzisyen ve çizerlerimizin yapıp ettiklerini füzûlî makamına mı oturtur?
Böyle bir anlam çıkar mı?
Ahret bakî, dünya fanî hesabı yani.
Müslüman sanatçının sanatsal çabaları, imanî konuların kenarından mı dolaşmalı? Öyle olmazsa, yani, imani meseleleri tema olarak kullanırsa, bundan imanı yara alır mı?
Bütün bu kafa karıştırıcı, karın ağrısı suallere düşmeye sebep, genel olarak sanatın icra edilişiyle alâkalı.
İşin aslı, bu meseleler Doğu’da da, Batı’da da aynı kaygıyla konuşulmuş.
Aynen bizde olduğu gibi, Hıristiyan dünya da bir cevap aramış, hatta bir tavır bile geliştirilmiş.
Bir iki hafta önce, bir yazımda kısaca bahsettiğim İznik Konsili’nin verdiği bir kararla bu kaygıya son verilmiş. Sokakta, kapta kacakta, örtüde duvarda dini simgeler yapılabilir diye.
Bu kararı verirken, inançlılarının imanını zedeleme kaygısını geçelim, bu vesile ile hayatın her anında, inançlıların kilise ve kutsallarıyla irtibat sağlayacağına inanılmış.
Hâl böyle olduğu halde Hıristiyanların birinin bile, bu izni abartıp, çizdikleri natürmort, dağ manzarası, yahut Leonardo da Vinci’nin şu ebleh yüzlü Mona Lisa tablosu önünde istavroz çıkardığına tanık olmadım.
Resim sanatını özel olarak misal verdim.
Hıristiyanlarda bile hâl böyleyken, bizde resme karşı gelişmiş olan imanî şüphe ne menem bir hastalıklı haldir?
Sanatçı yahut sanatsever fark etmez. Bir Müslüman’dan bahsediyorsak, teslim olmuş bir kuldan bahsediyoruzdur. Kutbunu bulmuş bir insandan.
Nâslar sayesinde rotasını kaybetmeyecek olan insandan.
İnsanımızın böyle kaygı, kuşku ve korku içinde kalmalarının sebebi de ilginç. Mukaddes olanın adam gibi anlatılmamasıyla alakalı.
Din, iman diye kafa yorulan meseleleri hatırlarsanız, sanat manat sıralamaya bile girmez.
İmanımız uçucu bir gaz mı birader, uçup gitsin?
Konuşmak, yazmak, tartışmak, sormak, sorgulamaktan iman niçin zeval görsün?
Kutbunu bulmuş bir insan göreceliliğin sığ sularında mı boğulacak?
Derin anlam ve sırların peşine düşmüş olan insanın tefekkürü, onu özgür ve özgüven içinde kanatlandırır.
Nesnelliğin göreceli duvarları ona şeffaf perdeler gibi gelir.
Her ne işi tutuyor, her ne tür sanatla uğraşıyorsa, Müslüman’ın tahkikatı bilakis imanını kavileştirir.
Filan.
Hüve’l-Baki.