Mü’minin önemli görevi: TEBLİĞ VE İRŞAD

Abone Ol

Peygamber Efendimiz’in (sav)  Hz. Ali’ye (r.a.), “Ya Ali! Senin aracılığınla bir tek kişinin Müslüman olması sana en değerli malların (kızıl develerin) verilmesinden daha hayırlıdır” buyurması, İslâm’da irşad faaliyetinin önemini ortaya koymaktadır.  

Peygamberlerin sıfatlarından birisinin tebliğ olduğunu bilmekteyiz. Tebliğ; Allah’ın (c.c.) Cebrail (a.s.) vasıtasıyla, kullarına aktarılmak üzere bildirmiş olduğu vahyi/emir ve yasaklar manzumesini peygamberlerin insanlara aktarmasıdır.

Bu görev öyle kolay ve altından hemen kalkılacak bir görev değildir. Peygamberler önce aldıkları emirleri hayatlarında tatbik etmişler sonra da büyük çilelere ve acılara tahammül ederek onları insanlara aktarmışlardır. Çektikleri onca sıkıntıya rağmen davalarından asla taviz vermemişler, kavimleri tarafından öldürülmeye kadar varacak büyük hıyanetlere uğramışlardır.

Onların davası Hak davası idi. Bundan asla vazgeçmemişlerdi. Peygamberlerin Efendisi’nin (a.s.) müşriklere söylediği o sözler ne kadar da anlamlıdır.

Amcası kendisine müşriklerin o ma’lûm ve abes tekliflerini aktardığı zaman Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, şu kesin ve kararlı cevabı verdiler:

“Vallahi ey amca! Güneşi sağ elime, ay’ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar, yahut da ben bu uğurda canımı veririm.”

Bu kesin cevaptan sonra Ebû Talib; “Yeğenim benim,” diyerek boynuna sarıldı ve “işine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim” diye konuştu. Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Talib’in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar. bk. İbn Hişam, es-Sîre, Beyrut, tsz., I/266; İbn Seyyidi’n-nas, Uyunu’l-eser, Beyrut, tsz., I/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviyye, Daru’l-Marife, Beyrut, 1976, I/474.

Zira o, yıllarca bunun acısını çekmişti. İnsanların Yüce Yaratıcısını unutup da putlara tapması ve onca insanlık dışı zulümler irtikâp etmesi o seçkin insanın acısı, ıstırabı, tasası ve derdi olmuştu. O halde her tebliğci de bu acıyı içinde yaşamalı, bu derdi taşımalıydı.

***

Öteden beri sıkça adını duyduğumuz irşad ise, sözlükte, “doğru yolu göstermek” anlamına gelir. Dinî bir kavram olarak, “insanlara doğru yolu göstermek ve mü’minleri kulluk görevlerini yerine getirmeye çağırmak” (Komisyon, Vaaz Kılavuzu, DİB Yay., Ankara, 2012, s. 21) demektir. Bu sebeple tebliğ ile iç içedir ve hidâyet kavramı ile eş anlamlıdır.

İrşad eden kimseye mürşid denir. Bir âyet-i kerîmede “…Allah kime yol gösterirse doğru yolu bulan odur ve kimi de sapıklık içinde bırakırsa, artık onun için doğru yolu gösteren (mürşid) bir dost, bir koruyucu bulamazsın,” 18 Kehf 17. buyrulmak suretiyle, gerçek irşad edicinin Allah olduğu belirtilmektedir.

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Hz. Ali’ye (r.a.), “Ya Ali! Senin aracılığınla bir tek kişinin Müslüman olması sana en değerli malların (kızıl develerin) verilmesinden daha hayırlıdır,” (Buhârî, fezâilü’l-ashâb 9, meğâzî 38; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 34) buyurması, İslâm’da irşad faaliyetinin önemini ortaya koymaktadır.  (Komisyon, Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yay, Ankara, 2006, “irşad” md.)

Allah’ın Peygamberlerini gönderişindeki asıl maksat, insanların irşadını sağlamaktır. İşte bu çerçevede yapılan her hizmet ve ortaya konulan her çalışma da irşad faaliyeti olarak görülür. Bütün bunlar ise ancak insana lûtfedilen konuşma yani hitabet tekniği ile ortaya çıkar. O halde hitabet, irşadın en belirgin yöntemidir.

TEBLİĞİN ANA UNSURU

Tebliğin ana unsuru Emr-i bi’l ma’rûf, Nehy-i ani’l-münker’dir. Va’z-u nasihatin özü de budur. Yüce Rabbimiz bütün peygamberlerine bu vazifeyi vermiştir.

Emr-i bi’l-ma’rûf, Nehy-i ani’l-münker o kadar önemli bir görevdir ki o, sadece peygamberlerin, âlimlerin değil, yerine göre bütün mü’minlerin görevidir. Zira o, gerçek iman etmişlerin, salih kişilerin önemli bir vasfı olarak zikredilir Kur’an-ı Kerim’de:

“-(O kimseler ki;) Allah’a ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emredip kötülükten nehyederler ve hayır işlerinde yarışırlar. İşte bunlar, salih kişilerdendir.” (3 Âl-i İmran 114)

Bunun zıddı ise münafıkların sıfatıdır:

“-Erkek olsun, kadın olsun, bütün münâfıklar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emredip iyilikten men ederler.” (9 Tevbe 67)

Burada önemli bir nokta dikkatimizi çekmektedir. Tebliğin ana hedefi sadece iyiliği emirle kalmamaktadır. O, aynı zamanda, kötülüğe de mani olmaktır. Hatta her ikisi birden hadis-i şerifte zikredilirken, ihmal edilmesi halinde büyük bir belânın geleceği belirtilmektedir:

“-Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe mani olursunuz ya da Allah’ın, katından umumî bir bela göndermesi yakındır. O zaman yalvarır yakarırsınız da duanız kabul edilmez.” (Tirmizi, fiten 9)

Bizden evvelki pek çok ümmet bu büyük ve önemli görevi ihmal ettiklerinden dolayı, Allah’ın yolundan sapmışlar ve helâk olmuşlardır. İyileri de kötüleriyle bir olup sükût ettikleri için, acı bir son ulaşmıştır. İşte bunun delili olan bir ayet-i kerime:

“-Keşke âlimleri, fakihleri onları günah söylemlerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye çalışsalardı ya. Herhalde yapmakta oldukları bu şeyler ne kötü!”  (5 Mâide 63.)

Hz. Zeynep (r.anh) Annemizden rivâyete göre O, Peygamberimize şöyle sorar:

“Ey Allah’ın Râsûlü! İçimizde iyi kimseler bulunduğu halde helâk olur muyuz?

Allah’ın Rasûlü buyururlar ki;

“Evet, kabahat (günahlar) çoğalırsa!“(Buharî, enbiyâ 7)

İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:

“-İsrail oğulları bir kısım günahlar işlemeye başlayınca âlimleri, onları bu işlerden men ettiler. Ancak onlar dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber (yiyip) içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalâletini öbürüne katarak biriyle diğerinin küfrünü artırdı. “Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onları lânetledi.”  (Son cümle Maide suresi 78. ci ayet-i kerimesidir).

Sonra, ayakta bulunan Rasûlullah (a.s.) oturarak sözünü tamamladı: “-Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, onları Hak adına kötülüklerden men etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz).(Tirmizî, tefsîru’l-Kur’an 5 (Mâide) 6, 7; Ebû Davûd, melâhim 17; İbn Mâce, fiten 20)

Hz. Ebû Bekir (r.a.)  da, Rasûlullah (s.a.v.) den şöyle rivayet eder:

“-İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde seyirci kalır, müdahale etmezse Allah’ın, hepsini saran umumî bir belâ göndermesi yakındır.” (Ebû Davûd, melâhim 17; İbn Mâce, fiten 20)

Kötülüğe mani olma konusunda putları reddediş en başta gelir. Tevhid akidesi de ancak bu hakikatle gerçekleşir. Cenab-ı Hakk’ın ilk inen ayetlerde sıklıkla bu manaya vurgu yapmasının temelinde bu gerçek vardır. Arkasından ise küfre, nifaka, isyana ve günaha dair her şeye engel olma gelecektir. Hatta bu engel olmanın sırasına göre de kişinin iman kuvveti şekillenir:

“-Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı, imanın en zayıf mertebesidir.” (Müslim, iman 78)

Yüce Mevlâmız bu ümmeti öğerken, yine onların en belirgin ve Rabbimize en sevimli gelen özelliklerinin, iyiliği emretmek ve kötülükten men etmeleri olduğunu görüyoruz. İşte bu mânâyı belirten Ayet-i Celîle:

“-Siz, insanların (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz.”(3 Âl-i İmran 110.)

Bu görev o kadar çok önemlidir ki onun için bizzat ayrılmış bir cemaatin/görevliler/gönüllüler grubunun olmasını emrediyor.

“-Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, (onlar) hayra çağırsınlar! İyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin ta kendileridir.” (3 Âl-i İmrân 104.)

Zira bu görev yerine getirilmezse damar damar toplumu saran bir afet olacaktır. Bu konuda yardımlaşmak da gerekmektedir:

“-İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzere yardımlaşmayın. Allah’tan korkun! Şüphe yok ki, Allah’ın cezası çok şiddetlidir.”

Bunun için yapılan hiç bir şey, bir zerre bile olsa, boşa gitmeyecektir. Belki bir zerreye binlerce hasenât ve mükâfat verilecektir. İşte Mevlâ’mızın müjdeleri:

“-Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler (insanlara) iyiliği emredenler ve (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar (yok mu,) işte onlar cennet ehlidirler.Habibim! Sen o mü’minlere  (cenneti) müjdele!”  (9 Tevbe 112)

Evet, Allah’ın rahmeti de onlaradır:

“-Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar da bir birlerinin dostları olup iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah, bunlara rahmet edecektir.Allah Azîzdir, Hakîm’dir.” (9 Tevbe 71)