İslam düşüncesinin iki temel kaynağından ilkini oluşturan Kuran’ın epistemolojik değeri üzerinde herhangi bir tartışma söz konusu değilken ikinciyi teşkil eden sünnet üzerinde ilk dönemlerden beri süre gelen bir ihtilaf varittir. İslam düşüncesinin iki temel kaynağından ilkini oluşturan Kuran’ın epistemolojik değeri üzerinde herhangi bir tartışma söz konusu değilken ikinciyi teşkil eden sünnet üzerinde ilk dönemlerden beri süre gelen bir ihtilaf varittir.
Yaygın ve yalın tarife göre Peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerine sünnet adı verilir. Takrirden kasıt, Allah Resulünün bizzat kendisinin yapmadığı, başkalarının yapıp da Nebi’nin onayladığı davranışlardır. İslam medeniyetinin temel kaynak ve dinamiklerine bağlı kalarak uç verdiği daha ilk yıllarda (h. II. asrı kastediyoruz), sünnet kavramı etrafında fikir ayrılıkları baş göstermiştir.
Haddizatında sünnetin cüzlerinden biri olan hadisin tanımında da bu yaklaşım karşımıza çıkmaktadır. Merfu hadis; Hz. Peygamberin söz ve fiillerine denirken mevkuf hadis; sahabinin, maktu hadis ise tabiinin söz ve eylemleri için yapılan bir kavramsallaştırmadır. Elbette bu yaklaşım peygamberimizden sonra dini en iyi anlayan ve yaşayan, Allah Resulüne talebelik yapan sahabilerin vahyin künhüne vakıf olduklarına dair bir hüsn-i zannı kendi içinde barındırmaktadır ki tabii olan da budur.
Erken dönem muhaddislerinden İmam Malik (v. 179) muhallet eseri Muvatta’da, Hz. Peygamberin sözleriyle sahabe uygulamaları ve tabiin fetvalarına yer vermiştir. Onun sadece Medine ashabının uygulamalarını delil kabul etmesi, üzerinde düşünülmesi gereken calib-i dikkat bir husustur. Malik bin Enes, Hz. Osman zamanında Kuran’ın çoğaltılması işiyle görevlendirilen seçkin insanlardan biridir. Hz. Osman şehit edildiğinde onu kefenleyip defneden dört kişiden biri de oydu.
Ancak burada karşımıza çıkan önemli sünnet farklılıkları vardır ki bugün bunlardan bir kaç misal vermek istiyoruz. Örneğin Hz. Ömer, Hz. Peygamber zamanında bulunmayan bazı sünnetler ihdas etmiştir. Teravih namazının cemaatle ve yirmi rekat şeklinde kılınması bunların en meşhurlarındandır. Benzer sünnet ihdasları daha sonraki hilafetler döneminde de devam etmiştir. Raşit halifelerin ispat ettikleri rüştlerine binaen sünnet ihdaslarına itiraz edilmemiştir. Lakin Hz. Ali ile girdiği mücadeleden dolayı hayrü’l-halefliği tartışmalı biri var ki onun vaz ettiği sünnet ilginçtir. Evet, Muaviye’den söz ediyoruz.
Kaynaklarda aktarıldığına göre, adamın biri Muaviye’ye gelip “İslam’dan ben zarar mı yoksa fayda mı görmeliyim?” diye sorar. Muaviye şaşırır: “Bu nasıl soru?” der. “Elbette fayda göreceksin.”
Bunun üzerine şakî derdini anlatmaya başlar: Mezkur kişi İslam’a sonradan girmiş bir ehl-i kitap mühtedisidir. Babası vefat etmiştir ve Hıristiyan kardeşleri kendisine babasının mirasından pay vermemektedir.Bunun üzerine Muaviye, kardeşleri huzura çağırır ve mirası hepsi arasında eşit bir şekilde pay eder ve valisi Ziyad’a talimat verir: “Müslümanı kafire mirasçı kıl fakat kafiri Müslümana mirasçı kılma!” Vali Ziyad aldığı buyruğu, cari uygulamayı (sünneti) değiştirmesi için zamanın ünlü kadısı Şurayh’a iletir.
Oysa bu vaka vuku bulana kadar Peygamberimizden gelen hadislere bağlı olarak Müslüman kafire kafir de Müslümana mirasçı kılınmamaktaydı.
Yukarıda hülasa etmeğe çalıştığımız meselenin ana fikri şudur: Dün olduğu gibi bugün de dini telakkide meydana gelen yorum farklılarının temel sebeplerinden biri, bize kadar ulaşan hadislerin sıhhat derecesi ve muhtevası olduğu kadar hadis mefhumunun tanımı ile de yakından ilgilidir.
Baki selam…