Muhammed Ali gibi onurlu bir duruş sergileyebilmek

Abone Ol

Geçen hafta çağının şahidi merhum Muhammed Ali’yi hayırla yâd etmiştik. Kıymetli dostlarım, müdekkik okurlarım sağ olsunlar yine çok değerli yorum ve değerlendirmelerini gönderdiler. Bunlardan birisini sizinle paylaşmam vacip oldu. Zira, hocaların hocası Nevzat Yalçıntaş’ın bin sayfaya baliğ olan pek kıymetli hatıratından özetle iktibas ettiğim bu bölüm, Muhammed Ali’nin onurlu duruşunu açıkça sergilemesi açısından çok önemlidir. Katkılarını, yorum ve değerlendirmelerini esirgemeyen okur dostlarıma, özellikle bu hatıratı paylaşan Nevzat Gökalp’e candan teşekkür ediyorum.

MUHAMMED ALİ İLE GÖZYAŞLARI İÇİNDE KUCAKLAŞMAK

“…Londra’nın gene sisli günlerinden biriydi. Pansiyonda oturmuş ders çalışıyordum. O sırada Müslümanların kültürel faaliyetler yaptığı ve bir de camisi olan Londra Kültür Merkezi’nden bir telefon geldi. Daha önce kendisiyle de tanıştığım bir şahıs telefonda “Yalçıntaş! Buraya kadar gelebilir misiniz? Amerika’dan gelen boksörler var. Biri de meşhur Cassius Clay… Yanında başka boksörler de var. Müslüman olmuşlar. Üyelerimiz arasında boksör olan, bu işten anlayan bir tek sen varsın. Gelip bunlarla meşgul olmak ister misin?” diye soruyordu… Clay ile telefonda konuşarak ertesi gün kaldığı otelde buluşmak üzere anlaştık. Bu arada kendisine beni tanımasını kolaylaştıracak fiziki özelliklerimi ve kıyafetimi tarif etmeyi de unutmadım…

Tam sözleştiğimiz saatte otelin lobisindeydik. Onlar da resepsiyonda oturmuş bizi bekliyorlardı. Clay, boksör olan kardeşi ve kendi sıkletlerinde maç yapacak diğer boksörler olmak üzere beş-altı kişilerdi. Ben Clay’i tanır tanımaz hiç tereddüt etmeden ona doğru yürüdüm. Telefondan dolayı eşkâlimi bildiği için o da bana doğru yürüdü. Boylu poslu, yakışıklı, temiz yüzlü, 23-24 yaşlarında bir delikanlıydı. Önce karşılıklı selamlaştık. Selamlaşmanın arkasından Clay birden kelimeyi şahadet getirmeye başladı:

“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah…” Kelimeyi şahadet getirmekle Müslüman olduğu mesajını verdikten sonra kollarını bana doğru açtı, ben de aynı şekilde mukabele ederek samimi duygularla kucaklaştık. Bir de baktım ki, gözlerinden pıtır pıtır yaşlar dökülüyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, o an hem duygulandım, hem şaşırdım. Teessürünün nedenini tahmin ettiysem de, ‘Sizi teessüre sevk edecek bir şey mi oldu?’ anlamında bir soru sorunca, Clay hemen toparlandı ve ‘Hayır, hayır! Bir yanlışlık yok! Bunlar mutluluk gözyaşları…’ diyerek bana teminat verdi. Sonra da şaşkın bakışlarımı yatıştırırcasına hiç unutamadığım şu sözleri ekledi:

‘Şu yaşımdayım, hayatımda bana sarılan ilk beyaz adam sizsiniz!’

Bu sözün ne derin anlamlar içerdiğini o günkü Amerikan toplumunun sosyolojisinden haberi olmayanların anlaması mümkün değildir. Bu olaydan bir kaç sene sonra ben de Amerika’ya gittim. Daha önceden okuyarak, basından takip ederek ilmelyakin bildiğim Amerikan sosyal yapısını bu kez aynelyakin müşahede ettim. O günlerde beyazlarla zenciler aynı araçta seyahat bile edemezlerdi! Tramvayda da, belediye otobüsünde de siyahlara ayrı bir yer ayrılmıştı. Onlar bu araçların arka tarafında, beyazlar ise ön tarafında oturmak zorundaydı. Birçok lokantada ise bırakın ayrı yerde oturmayı, beyazların gittiği lokantalara siyahlar giremezlerdi bile!…

O dönemde ABD’deki özel okullara kesinlikle siyah öğrenci almazlardı! Hayatın her alanında zenciler ikinci sınıf muamele görür, yasalar da özenli uygulanmazdı. Gerek bir din adamı olan Martin Luther King, gerekse bir Müslüman lider olan Malcolm X, o süreçte şer odakları tarafından vurularak öldürüldüler. Zencilere, özellikle de Müslüman olmuş zencilere karşı fevkalade vahşiyane bir tutum sergileniyordu. İşte Clay böyle bir toplumdan geliyordu. Bu sebeple, bir beyaz tarafından samimiyetle, kardeşçe duygularla kucaklanmanın onu ne kadar duygulandırabileceğini anlamak gerekiyordu.”

MÜHTEDİ KARDEŞİNE NAMAZ HEDİYE ETMEK

“Clay gayet nazikâne ‘Sizi odamızda ağırlayabilir miyiz?’ diye sordu. Olumlu cevap vermem üzerine oteldeki odalarına çıktık. Biraz konuştuktan sonra, Clay tarihî niteliği olan şu sözleri söyledi:

‘Biz yeni Müslüman olduk. Benim ismim artık Cassius Clay değil, Muhammed Ali’dir. Fakat henüz Müslümanlığımı açıkça ilan etmedim. Müslüman olduk ama henüz namaz kılmasını bilmiyoruz.’

‘Eğer arzu ediyorsanız ben size öğretebilirim’ dedim. Memnuniyetlerini belirterek hemen harekete geçtiler. Temiz çarşaflardan birini alıp yere serdik… Şehrin konumundan yola çıkarak kıble tahmini yaptım ve onlara da izah ederek namazda yönümüzü mukaddes Kâbe cihetine dönmemiz gerektiğini anlattım. Yüksek sesle önce sabah namazının sünnetini, sonra da farzını kıldım. Buna namaz değil de namaz tatbikatı denebilir. Bitirdikten sonra muhtelif sualler sordular. Muhammed Ali, ‘Kardeş, biz bu duaları bilmiyoruz’ dedi. Ben de ‘Zararı yok. Bildiğiniz ayetler hangileriyse siz onlarla kılın, ama kılmaya devam edin. Bu arada bilmediğiniz dua ve sureleri de öğrenmeye çalışırsınız. Şimdi ise yeteri kadar dua ve sure bilmiyorsanız namazda “Subhanallah” deyin, “Allah” deyin veya bildiklerinizi hep tekrar edin’ dedim. Bu kolaylığı öğrenince çok sevindiler. Muhammed Ali hiç unutmadığım şu güzel sözlerle karşılık verdi:

‘Namazı öğretmekle bize büyük bir hediye vermiş oldunuz. Şimdi biz de size küçük bir hediye vermek istiyoruz. Sizinle bugünkü öğle yemeğimizi beraber yemek istiyoruz’ dedi.”

İMANIN HALÂVETİNİ TATMAK VE MÜSLÜMANLIĞIN NEŞ’ESİNİ YANSITMAK

“Muhammed Ali gayet sevecen, hoş sohbet bir insandı. Yemek süresince candan bir sevecenlikle konuşuyor, espriler yapıyordu. Birden sustu. Çehresini tedirginlik ve suskunluk kapladı. İşte, Muhammed Ali’nin neden henüz Müslümanlığını açıklamadığını izah edecek enteresan olaya da bu şekilde tanık olmuş oldum. Etrafa bakınınca karşıdan çelimsiz, kısa boylu, altmış yaşlarında, hafif sarışın, fötr şapkalı zayıf bir adamın bize doğru gelmekte olduğunu gördüm. Muhammed Ali, suskunluğunu bozmadan bana öyle bir bakış attı ki, bu bakıştan aramızda geçen konuşmalardan hiç kimseye bahsetmememin istendiğini hemen anladım. Ben de ‘Hiç merak etme, kimseye bir şey anlatmam!’ mesajı verecek şekilde gözlerimle, yüzümdeki ifademle ona karşılık verdim.

O şahıs geldi, Muhammed Ali’nin yanına yaklaştı, bir süre kendi aralarında konuştuktan sonra ayrılıp gitti. Konuşma sırasında en dikkat çekici sahne, adamın merakla yüzüme bakması, buna karşılık Muhammed Ali’nin beni onunla tanıştırma anlamında hiçbir teşebbüste bulunmamasıydı. Adamın bana olan bakışlarından Muhammed Ali’nin bizim gibi yabancılarla bir arada olmasından rahatsız olduğu, Muhammed Ali’nin tanıştırmamasından da o adama karşı belirli bir mesafe içinde olmayı istediği mesajını almıştım.

TEDBİRİ ELDEN BIRAKMAMAK VE HİKMETLİ DAVRANMAK

Adam gidince Muhammed Ali’nin neşesi tekrar yerine geldi, sevecen yüzüyle gülümseyerek açıkladı:

‘Bu adam benim menajerimdir… Onlar beni hâlâ Hıristiyan zannediyorlar. Müslümanlığımı çok titiz bir şekilde saklıyoruz. Çünkü Müslüman olduğum ortaya çıkarsa bir Müslüman’a dünya şampiyonluğu unvanını vermezler!’ ‘Peki, seni zorla mı yenecekler? Hak ettiğin takdirde buna nasıl mani olacaklar?’ diye sorunca, ‘Hayır!’ dedi. ‘Beni maça bile sokmazlar! Ne zaman ki bu maç bitecek ve galibiyetim tescillenecek, işte o zaman basın toplantısıyla hakiki ismimi söyleyeceğim.’

Böyle süreçlerde her şeyi hesap etmenin önemli olduğuna ben de inanırım. Dışarıdan bakanlar bunu aşırı ihtiyatlılık olarak görebilirler. Bir meselenin arka planını bilmiyorsanız, o hareketin niçin yapıldığı, neden yapıldığı konusunda olumsuz mütalaalarda bulunmamalısınız. Aksi takdirde ya gıybet yapmış, ya iftiracı durumuna düşmüş, ya da sonradan acı acı mahcubiyet duyacağınız bir yanılgıya razı olmuş olursunuz. Yaptığınız olumsuz değerlendirmeler her halükârda size ve tarafınıza zarar vermiş olur.

Yemekten sonra Muhammed Ali İngiliz boksör Henry Cooper ile yapacağı unvan maçına mutlaka gelmemiz ricasında bulunarak bize ilgimizden dolayı teşekkürler etti. Sonra da güzel duygular içinde ayrıldık…”

STRATEJİYİ DOĞRU KURUP İSABETLİ HAMLELER YAPMAK

“İngiltere’deki büyük maç 18 Haziran 1963’te Londra’nın en büyük spor mekânlarından birinde yapılıyordu. Stadyum tıklım tıklım doluydu. Önce hafif sıkletteki karşılaşmalar yapıldı. Nihayet sıra herkesin heyecanla beklediği ağır sıklet karşılaşmaya geldi. Muhammed Ali o meşhur enerjik ve zarif hareketleriyle ringe çıkınca seyirci sıralarında müthiş bir tezahürat koptu. Hakem maçı başlatır başlatmaz, Muhammed Ali ringde bir kelebek gibi dans etmeye başladı. Dans eder gibi rakibin etrafında dolanmak bir boksör için sanıldığı kadar kolay değildir. Mütemadiyen yer değiştirecek, fırsat bulduğunuz anda da tesirli vuruşlar yapacaksınız. Neticede karşınızdaki insan da hiç hareketsiz değildir. Ancak; kelebek gibi zarif hareketlerle rakibinin yön duygusunu iyice zayıflatan Muhammed Ali, bu işi gerçekten iyi yapıyordu. Bunu da Allah vergisi bir kabiliyet saymak gerekir.

Avrupa Boks Şampiyonu Henry Cooper isimli İngiliz beyaz boksör Muhammed Ali’nin hareketleri karşısında şaşkına döndü, yumruğunu nereye savuracağını bilemez bir hale düştü. Tam vurmayı planladığı anda Muhammed Ali çevik bir hareketle başka bir pozisyona geçiyordu. Maçın ilk rauntları Muhammed Ali’nin ustaca rakibini yorma taktikleriyle geçti… Nihayet Muhammed Ali, kollarının uzunluğuna rakibini yormuş olmanın avantajını da katarak İngiliz boksörü yenmeyi başardı. İngilizler fevkalade müteessir oldu. Çünkü o tarihe kadar Avrupa şampiyonluğunu ellerinde tutuyorlardı. Sporda bir dalın şampiyonluğunu elde tutmak, bugün olduğu gibi o gün de bir ülke için prestij kaynağıydı. Muhammed Ali’yi dünya şampiyonluğuna götürecek yol ise mevcut Avrupa Şampiyonunu mutlaka yenmekten geçiyordu… Nitekim bu maçtan yaklaşık bir yıl sonra 25 Şubat 1964’te Dünya Şampiyonu Sonny Liston’ı nakavtla yenerek ‘Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu’ unvanını kazandı.

Londra’daki galibiyet anı gerçekten görülmeye değerdi. Muhammed Ali’nin taraftarları derin bir coşkuyla bağırıyor, koca stat bir kalkıp bir oturuyordu. Muhammed Ali’de belirgin bir yorgunluk görünmüyordu. Şampiyonluğu ilan edilir edilmez, ilginç tarzıyla ellerini kaldırdı ve ‘durun!’ der gibi yaparak dünyanın unutamayacağı bir gösteri yaptı: Yüksek sesle ‘Tacımı getirin!’ dedi ve şu sözleri ekledi:

‘Ülkeniz İngiltere’de bir kraliçeniz var. Ancak bu ülkede bir de kral olmalı!’ Daha önceden hazırlanmış olmalı ki, hemen bir taç getirip eline verdiler, o da alıp başına koydu. Tabii, İngilizler bu espriye çok bozuldu. Espri mahiyetindeki bu tür gösterilere spor dünyasında çok rastlanır. Sporcular alçakgönüllülüğe pek riayet etmeksizin böyle şovlar yapmayı severler.”

YÜZÜNDEN TEBESSÜMÜ EKSİK ETMEMEK

“Muhammed Ali sadece sporcu olarak değil, sempatikliği ile de gönüllerde taht kurmuş bir kişidir. Boks sporunu onun kadar iyi temsil eden, onun kadar sevilen, bu sporu onun kadar zarif, onun kadar centilmence yapan bir başka boksör yoktur. Aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen insanlar onu hâlâ unutmuş değildir.

Muhammed Ali ile ilişkimiz daha sonraki yıllarda da devam etti. Benim de ilgililere hatırlatmamla yapılan davet üzerine 1976 yılının Ekim ayında Türkiye’ye gelmiş ve Sultanahmet Camii’nin önünde toplanmış yaklaşık yüz bin kişilik bir kalabalık tarafından büyük bir sevgi hâlesiyle kuşatılmıştı. O günlerde Başbakan Yardımcısı olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile Sultanahmet Camii’nde namaz kılmış, caminin içi, avlusu ve dışı Alman Çeşmesi’ne kadar tıklım tıklım cemaatle dolmuştu…

Muhammed Ali, TGRT Televizyonu’nun açılış programına katılmak üzere davetimiz üzerine Mayıs 1993’te de Türkiye’ye gelmişti…

Muhammed Ali’yi yıllar sonra televizyonda Atlanta’daki Olimpiyat Meşalesi’ni yakarken gördüm. Bütün zamanların bu en etkili, en yetenekli, en zarif boksörü böylece bir kere daha bütün haşmetiyle TV ekranlarından yüz milyonlarca insana görünme fırsatı bulmuş oldu…”

Muhammed Ali’ye ilişkin hatıratın tamamını ve zamanda yolculuk yapma imkânı sunan diğer özgün hatıraları okumak için Yalçıntaş hocamızın değerli eserine başvurmanızı tavsiye ediyorum.

Çağa şahitlik eden iki mühim şahsiyetten merhum Muhammed Ali’ye Yüce Allah’tan gani gani rahmet, Nevzat Yalçıntaş hocama da sağlık ve afiyet niyaz ederim.